Ali Rıza Aydın/İlker Kılıç soL Portal
Başkanlık sistemi, siyaseti partilerden uzaklaştırıp, başkana, başkanın seçimine indirger. Siyaset kişiye özgü hale gelir. İçinden yürütme organı çıkmayacak ve denetim mekanizması zayıflayacak bir Meclis, kendisi işlevsiz hale geleceği gibi, partileri de işlevsizleştirir.
Ali Rıza Aydın'ın soL gazetesinde geçtiğimiz günlerde yayınlanan, Başkanlık sistemine ilişkin hazırladığı yazı dizisinin 2. bölümünü soL okurları için paylaşıyoruz:
Zaman zaman “Koalisyon partisi” o-larak tanımlanan AKP’nin gücünün “Erdoğan” ile özdeşleşmesi, on yıllık süreçte “parti” olgusunu gölgelememiştir, ki bunda en büyük pay ulusal ve uluslararası sermaye ile gericilik birlikteliğinde ve liberal destektedir. Arada sırada iç çelişkiler ya da çift başlılık savları ortaya çıksa da “parti” zaafı, dağılmaya doğru keskinleşmemiş, “lider” hep güçlü tutulmuştur. Ancak, AKP krizinin adım adım büyüdüğü de ortadadır. Bu nedenle, uzun süre “olsa da olur olmasa da” denilse de AKP’nin on yıl sonra geldiği yere bakıldığında, başkanlık sisteminin “parti geleceği” için hafife alınmayacak bir proje olduğunu söylemek olanaklıdır. Partinin, iç ve dış birçok etkenle kaybetmeye başladığı güç kaybı ve içine battığı, ancak örtmeye çabaladığı krizin çıkışı “lider-başkan” birlikteliğinde aranmaktadır. Bu arayış, AKP’deki otoriter yönetimle tutulan parti anlayışına da, gericileştirilmiş yaşam tarzına tutsak edilen halkı yönetmeye de, emperyalizmin İslam dünyası için düşündüğü “Halife-Başkan” planına da uygundur.
AKP yönünden ciddi, hatta yaşamsal sorun, başında Erdoğan olmayan bir partinin ne olacağıdır. Özalsız ANAP, Demirelsiz DYP örnekleri -ki birincisi “koalisyon”a dayanırken ikincisi “kırat geleneği”nin devamıydı- lider partilerinin sonunu gösteren yakın tarih notları olarak AKP’lileri korkutmaktadır. Bütün planların Erdoğan üzerine kurulmasının nedenlerinin başında, “Erdoğansız AKP” korkusu gelmektedir. Başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi bunu önleyici gözükmekle birlikte, çıkmaza girmesi halinde “partili cumhurbaşkanı” yedek planı da kaçınılmaz gözükmektedir. Erdoğan-AKP bağlantısının önemi, AKP iktidarının ilk Anayasa değişikliğinin, 2002 yılında Erdoğan’ın milletvekilliği ve başbakanlık yolunun açılması için yapılmasıyla birlikte değerlendirildiğinde, daha iyi anlaşılacaktır. “AKP’siz Erdoğan”ın geleceği de daha dar ama lider yönünden hatırı sayılır hususlardan biridir. Erdoğan’ın hırs ve hırçınlığının, arkasında güçsüz bir parti ya da partisizlik kabusu ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Başkanlık sisteminin, krize sürüklenen Parti yönünden önemli bir çıkış yolu olacağı, büyük bir rahatlık getireceği tartışmasızdır. Parti’nin geleceği kuşkusuyla ortaya çıkan iç çelişkiler yumuşayacağı gibi, genel oyla iktidara gelen bir partinin, seçmene, milletvekilleri ve örgütleri aracılığıyla “hesap verme” yükü de ortadan kalkacaktır. İktidar sorumluluğu, partiden başkana aktarılacaktır.
Ülkeye yayılmış geniş iktidar cephesi, hizmet yükümlülüğünü tek kişiye yükleyerek rahatlayacaktır. Katı lider yönetimiyle, seçmenin karşısında kişilik zaafına uğrayan partililer de bir hayli rahatlayacaktır. Yeni dönem, sorumluluğu azalan ve rahatlayan bir parti (ABD sistemine koşut liberal parti), güç koltuğuna oturan ve liderliğini sürdüren tek adam dönemi olarak da tanımlanabilir.
Başkanlık sistemi, siyaseti partilerden uzaklaştırıp, başkana hatta başkanın seçimine indirger. Siyaset, kişiye özgü hale gelir. İçinden yürütme organı çıkmayacak ve denetim mekanizması zayıflayacak bir meclis, kendisi işlevsiz hale geleceği gibi, partileri de işlevsizleştirir. Seçilmişin hesap verme yükümlülüğünün zayıflatılmasıyla, “genel oy” gücü frenlenmiş olur.
Siyasal partiler, farklı politikaları ve görüşleri yansıtırken aynı zamanda denetim görevi de yaparlar. Partilerdeki farklı politikalar, aslında halkın isteklerinin ve hak mücadelesinin yansımasıdır. Genel oyla oluşan bir meclis, öncelikle içinden iktidar çıkarır; gelecek seçimlere kadar yasama faaliyetiyle birlikte denetim faaliyetini de halk için genişletir ve etkinleştirir. meclisin ve denetiminin işlevsizleştirilmesi, seçim sistemi nedeniyle meclise giremeyen partilerle toplum arasında da soğukluğa neden olur.
Başkanlık sisteminin özelliği gereği, bir yandan örgütlerin ve toplumun politika üretme güçleri kırılacak, diğer yandan da başkanın gücünü korumak için “gebe kalacağı” olasılıklar nedeniyle, siyasetin, “çıkarcı çemberi” içindeki tutsaklığı artacaktır. Bu durum, demokrasi tarihinin kazanımlarını, “temel norm” olarak parlamenter sistemi ve “parti hükümeti” sistemini zedeleyecek, parlamentoyu geriye atıp, parti hükümetini “kişi hükümeti” yapacaktır.
Başkanlık sistemi, toplumu partilerden ve dolayısıyla demokratik örgütlenmelerden (dernekler, meslek kuruluşları, sendikalar) uzaklaştırırken, asıl olarak da siyasetten uzaklaştırır[1]. Halkın ve demokratik kitle örgütlerinin üretim ve eylemlerinin siyasetle buluşup icraya yöneldiği alan, partilerdir; partilerin taşındığı parlamentodur. Siyasetin parlamento dışında sürdürülmesi ise örgütlü birliktelik ve ortak üretime dayanır.Siyasetten uzaklaştırma ve zayıflatma, muhalefetin iktidara ayak bağı olmasını, toplumsal denetimi önler ve en ağır darbeyi de gerçeğe dayalı hak mücadelesi veren sola ve emekçi örgütlenmelere vurur.
Başkanlık sistemine geçilmesiyle, örgütlü güç büyük darbe yiyecek, medyayla birlikte en etkin toplumsal denetim aracı olan demokratik kitle örgütlerinin gücü ve etkinliği zayıflatılacaktır.
Marx başkanlık sistemi hakkında ne düşünüyordu?
İlker Kılıç
Genelleşmiş bir cahillik, spesifik bir baskıya eşlik ediyor. Hukuk fakültelerinde sosyalist literatürün adından dahi bahsedilmemesi anlaşılır bir şeydir -eğitimin sığlığından çok ideolojikliğini gösterir- ama sosyalistlerin, “Marx, hukuk konusunda pek bir şey söylemedi” yollu sözlerini, sadece liberal önyargılara teslim olmakla açıklamak olanaksızdır. Marx’ın Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i adlı kitabında başkanlık sistemi benzeri bir yapıyı öngören 1848 Anayasası’na ilişkin yazdıkları, hâlâ değerini koruyor. Üstelik sadece bu konu hakkında yerli ve yabancı literatürdeki teorik tartışmalar için değil, Türkiye’deki siyasal tartışmalar ve anayasa önerileri için de.
Genelleşmiş bir cahillik, spesifik bir baskıya eşlik ediyor. Hukuk fakültelerinde sosyalist literatürün adından dahi bahsedilmemesi anlaşılır bir şeydir -eğitimin sığlığından çok ideolojikliğini gösterir- ama sosyalistlerin, “Marx, hukuk konusunda pek bir şey söylemedi” yollu sözlerini, sadece liberal önyargılara teslim olmakla açıklamak olanaksızdır. Marx’ın Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i adlı kitabında başkanlık sistemi benzeri bir yapıyı öngören 1848 Anayasası’na ilişkin yazdıkları, hâlâ değerini koruyor. Üstelik sadece bu konu hakkında yerli ve yabancı literatürdeki teorik tartışmalar için değil, Türkiye’deki siyasal tartışmalar ve anayasa önerileri için de.
Marx, 1848 Anayasası’nın Aşil’in topuğu gibi yalnız bir noktasından yaralanabilecek kadar ustalıkla kaleme alındığını belirtir. Ama yara topuktan değil baştan, daha doğru deyimle anayasanın içinde yitip gittiği iki baştan açılabilir: Yasama meclisi ile cumhurbaşkanından. Marx, 1848 Anayasası’nın, yürütmenin yasama organından değil halktan kaynaklanacağına ilişkin düzenlemesinin yani bu anlamıyla getirdiği kuvvetler ayrımının dayanılmaz bir çelişki noktası oluşturduğunu belirtir: “Bir yanda sorumsuz, dağıtılamaz, bölünmez bir ulusal meclisi, her şeyin üstünde olan bir yasama gücünü elinde bulunduran, savaş, barış ve ticaret antlaşması konularında son merci olarak karar veren, genel af yapma hakkına yalnız kendisi sahip bulunan ve sürekli niteliği ile hep sahnenin önünde yer alan bir ulusal meclisi oluşturan genel oyla seçilmiş, yeniden seçilebilir 750 halk temsilcisi. Öte yanda, krallık erkinin bütün nitelikleri ile, bakanlarını Ulusal Meclisten bağımsız olarak atamak ve görevden almak hakkı ile, yürütme gücünün bütün eylem olanaklarına sahip, tüm devlet görevlerini elinde bulunduran ve böylece de Fransa’da her rütbe ve kıdemden 50 bin memur ve subaya bağlı birbuçuk milyonun kaderini elinde tutan cumhurbaşkanı. Ülkenin tüm silahlı kuvvetlerinin kumandası da başkanda bulunuyor... Yabancılarla yapılacak her türlü anlaşmaya teşebbüs ve bunları yönetme yetkisi de ondadır.
Meclis, hep sahnede durup, kamuoyunun yergisine maruz kalırken, başkan, Champs-Elyées’de gözlerden uzak bir yaşantı sürüyor, gözünün önünde ve yüreğinde hep Anayasa’nın kendine şöyle seslenen 45. maddesi duruyor: ‘Kardeş, ecel kapıya geldi! Seçilişinin dördüncü yılında, Güzel Mayıs ayının ikisine rastlayan Pazartesi günü iktidarın sona eriyor! Parlak devrinden hiçbir şey kalmayacak o zaman. İkinci bir kez seçilemeyeceksin...’
Anayasa, başkana tam bir yetki verirken, ulusal meclis de hiç olmazsa manevi bir güç sağlama gayreti güdüyor. Fakat kanun maddeleriyle manevi bir güç yaratmanın imkansızlığı bir yana, Anayasa, başkanı tüm Fransızların tek dereceli oyları ile seçtirmekle kendi kendini bir kez daha çürütüyor. Fransız oyları, ulusal meclisin 750 üyesi üzerine dağılırken, başkan seçiminde tek bir kişi üzerinde toplanıyor. Her milletvekili, sadece şu veya bu partiyi, şu veya bu şehri, şu veya bu köprü başını temsil ederken, başkan ulusun oyu ile işbaşına gelmiştir; kendi için yapılan seçim ise, söz sahibi ulusun her dört yılda bir oynadığı kozdur. Seçilen ulusal meclis, ulusa metafizik bir bağ ile bağlıdır, oysa başkanın ulusla olan bağı kişiseldir.
Anayasa, başkana tam bir yetki verirken, ulusal meclis de hiç olmazsa manevi bir güç sağlama gayreti güdüyor. Fakat kanun maddeleriyle manevi bir güç yaratmanın imkansızlığı bir yana, Anayasa, başkanı tüm Fransızların tek dereceli oyları ile seçtirmekle kendi kendini bir kez daha çürütüyor. Fransız oyları, ulusal meclisin 750 üyesi üzerine dağılırken, başkan seçiminde tek bir kişi üzerinde toplanıyor. Her milletvekili, sadece şu veya bu partiyi, şu veya bu şehri, şu veya bu köprü başını temsil ederken, başkan ulusun oyu ile işbaşına gelmiştir; kendi için yapılan seçim ise, söz sahibi ulusun her dört yılda bir oynadığı kozdur. Seçilen ulusal meclis, ulusa metafizik bir bağ ile bağlıdır, oysa başkanın ulusla olan bağı kişiseldir.
Ulusal meclis, elbette ki çeşitli üyelerinde ulusal ruhun başka başka yönlerini temsil eder ama bu ulusal ruh, asıl cumhurbaşkanında cisimleşir. Başkan, meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. O, halkın sayesinde başkandır.”
Marx, parlamenter sistemin yılmaz bir savunucusu değildir ama başkanlık sistemine benzer bir sistemin burjuva demokrasisi içindeki çelişkilerine de gözünü kapatmamıştır. Bu uzun alıntı göz önünde tutulduğunda, başkanlık sistemi tartışmalarının güncel temalarının hemen bütünüyle elden geçirildiğini söylemek mümkün: Çifte meşruiyet, kamuoyu denetimine kapalılık, tek adamlık, sürelerdeki katılığın ve bir kez daha seçilmek isteyen başkanın yaratacağı tehditler, kriz eğilimleri, kamu görevlilerinin atanmasında keyfilikler vb.
Peki, Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na AKP tarafından verilen başkanlık sistemine ilişkin teklifi, Marx görse ne derdi? Yüksek yargı mensuplarını belirleme, başkanlık kararnamesi çıkarabilme, ikinci defa beş yıllığına seçilebilme, sıkıyönetim ve olağanüstü hale, meclis seçimlerinin yenilenmesine karar verme vb. Sanırım ilk önce şunu hatırlatacaktı: “Modern devletin yönetimi, bütün burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” Yani, sınıf mücadelesinden ayrı olarak bu konu tartışılamaz.
Notlar:
[ 1] Bilsay Kuruç’un deyişiyle, siyaset “halkın enerjisinin” ortaya çıktığı alandır ve partisiz, örgütsüz siyaset yapılmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder