'Türkiye'de liberal entellektüeller İslamcıların 'faydalı aptalları'nı mı oynadılar?'
T24
09/01/2014
Ariane
Bonzon / Slate.fr
Çeviri:
Hayri Koray
Fransız
Slate.fr haber sitesi yazarı Ariane Bonzon 'Söyleşi yaptığım
otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans tanıdığı
için pişman görünmüyor' dedi
Dam
üstünde saksağan, vur beline kazmayı. Kültürel ve toplumsal
olarak her şey, agnostik hatta ateist, Batılılaşmış, AB
taraftarı “liberal” Türk aydınlarıyla (sağ veya
soldakileri), muhafazakâr İslamcıları karşı karşıya
getiriyordu. Oysa, iki tarafı yaklaşık on seneliğine birleştiren
gayriresmi ittifak, 2003’ten beri iktidardaki Recep
Tayyip Erdoğan ve
AKP için hayati ve belirleyici olduğunu kanıtladı.
Bu
liberal entelektüeller, az sayıları ve seçimlerde sahip
olabilecekleri ağırlığın düşündüreceğinden çok daha büyük
bir rol oynadılar. AKP’nin post-İslamcı, liberal, demokrat ve
reformcu bir imge inşa etmesini sağladılar. Batılılaşmış orta
ve üst sınıfların yanı sıra, Avrupa ve Amerikalı işadamlarını,
siyasetçileri, diplomatları ve gazetecileri teskin ederek
muhafazakâr Müslümanları meşrulaştırdılar.
Mayıs-Haziran
2013 gösterilerinin şiddetle bastırılışı ve ardından gelen
son zamanlardaki yolsuzluk meseleleri ve bunları devletin üst
kademelerinde hasıraltı etme isteği, zaten son zamanlarda su alsa
da bir avuç alt edilmezin hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu bu
ortaklığı muhakkak sekteye uğrattı.
Peki,
bu liberaller, İslamcı muhafazakâr iktidarın yoldan sapışlarını
eleştirmekte neden geciktiler? Ve sonuç itibariyle, sol kesimden
bazı entelektüellerin 1950-60’larda Sovyet rejimi nezdinde
oldukları gibi, AKP ve Erdoğan’ın “faydalı aptalları”
(idiots utiles) olmadılar mı?
'Köylülere” karşı duyulan suçluluk'
AKP,
2002 sonunda iktidara geldiğinde, bir açılım havası vardı.
Bunun öncesinde senelerdir istikrarsız koalisyon hükümetleri el
değiştiriyordu. Oyların “yalnızca” % 34’üyle Mecliste elde
edilen mutlak çoğunlukla hegemonyasını kurmaya başlayan AKP’nin
kendisi de bizatihi merkez sağdan, sağın aşırı-milliyetçilerine
kadar uzanan bir koalisyondu.
AKP’yi
önceleyen ekonomi bakanı Kemal Derviş, 2001 krizinden çıkmak
için derinlemesine maliye ve banka reformları başlatmıştı. AKP
hükümeti bunlara devam etti ve Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi
Avrupa Birliği’ne sokmak istediğini söylerken ikna edici
gözüküyordu, teskin ettiği işadamları birliği TÜSİAD da
oyunu oynadı. Ayrıca, çok sayıda liberal, AKP’nin Kürtlerle
varılacak barış mutabakatına dair bir umut olabileceğini
söylemekteydi.
Harvard’da
ders veren ekonomist Dani
Rodrik,
“çoğumuzun umduğu, Erdoğan ve AKP’nin hakiki bir demokratik
güç haline gelmesiydi —mutlaka muhafazakâr kalıp, İslam’dan
nasibini almış olmaya devam edecekti, ama yine de açılımcı ve
demokratik bir güç bekliyorduk”, diyor.
Öte
yandan, Batılılaşmış sol elit kendini —İstanbul’un şık
semtlerinde, hükümete gelen Anadolulular için kullanılan tabirle—
bu “köylüler” karşısında suçlu hissediyordu. Başbakanın
aralarından çıktığı muhazakârlar nezdinde Batılılaşmış
elitlerin vicdanı rahatsızdı. Zira, laik ve askeri düzenin demir
yumruğu altında bu dindar ve mütevazı kesimlerin türbanlı
kızlarıyla alay edilmiş ve bu kesimler birçok dini özgürlükten
mahrum bırakılmışlardı.
Siyaset
bilimci ve eski UNESCO bürokratı Ali
Kazancıgil,
“AKP, nüfusun modernleşmeden dışlanmış ve hor görülmüş
çoğunluğunu temsil ediyordu. Onlara bir şans verilmesi
gerektiğini düşündük. Ayrıcalıklı ve Batılılaşmış bir
çevreden geliyorum, fakat bir Sartre’cı olarak kendi sınıfıma
ihaneti meşru buldum. Böylece AKP’yi destekledim”, diyor.
Paris-XIII
Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü öğretim
üyesi Alican
Tayla,
“bu entelektüeller arasındaki yaygın bir fikre göre AKP’nin
iktidara gelişi, ‘gerçek’ halkın rövanşıydı ve dönüşüm
de ancak gerçek halktan gelebilirdi”, diye özetliyor.
Bu
bakış açısı, ordu tarafından aleyhinde 2000’den beri birçok
dava açılan yayıncı Erol
Özkoray’ı
bir saniye olsun etkilememişti. Seçimlerden hemen bir ay sonra, 11
Aralık 2002’de, Libération gazetesinin sütunlarında AKP’nin
zaferini bir “karşı-devrim” olarak nitelendiriyordu. “Bazı
meslektaşlar ve arkadaşlarımın çoğu bana karşı burunlarından
soluyorlardı. Akademisyen bir arkadaşımsa bana şöyle
haykırmıştı: ‘Nasıl böyle bir şey yazabildin, onlara en
azından ufak bir şans veremez miydin?’. Bundan sonra da benimle
bir daha hiç konuşmadı”, diye hatırlıyor bugün.
Ortak düşman, ordu
Özellikle,
liberal entelektüellerin İslamcılarla ortak bir düşmanları
vardı: Ordu. İslamcılar gibi, solcu öğrenci ve militan
olan bazıları da, 1980 askeri darbesi sonrasında tutuklanmış,
işkence görmüş ve hapse atılmıştı.
2007’de
Genelkurmay hâlâ kudretliydi, güvenlikçi ve laik düzenle
birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ı sarsma, istikrarsızlaştırma
girişiminde bulunmuştu. Ama, kazanan AKP oldu: Kuvvetlenen
çoğunluğuyla (2007’de oyların yaklaşık % 47’sini
toplayarak) ikinci bir hükümet dönemine hak kazanıp, Avrupa
Birliği’nin de desteğini alarak, askeri vesayet rejimine karşı
Ergenekon operasyonunu başlattı.
Bundan
böyle, liberal entelektüeller yekvücut halinde, onlarca subaya
karşı yürütülen tutuklama ve kovuşturmaları
destekleyeceklerdi. Sürecin ilerleyiş ve yürütülüş biçimiyle
ilgili de çok ince eleyip sık dokumayacaklardı. Strazburg
Üniversitesi doçenti Samim
Akgönül,
2009’da, merkez sol gazetesi Radikal’de, Ergenekon’un, hakiki
darbe girişimlerine karşın, muhaliflerin tasfiyesine yönelik bir
operasyon olduğunu yazsa da, soruşturmadaki çok sayıda usulsüzlük
ve belgelerde yapılan tahrifata dair yazılan makaleler son derece
enderdi.
Polisin
bu manipülasyonlarından kendisine söz ettiğim bir entelektüel
ise konuşmamızı orada durdurarak, elde ettiğim bilgileri sesi
yankılanırcasına “Bullshit” [İng. argo “saçmalık”,
ç.n.] diye nitelemişti (ki bu bilgiler artık teyit edilmiş
durumda). Başka bir defa ise, gazeteciMehmet
Altan şüphelerime
şöyle cevap vermişti:
“Seni
temin ederim ki hiçbir şüphe yok, bir darbe girişimi oldu ve
önemli olan da bu”.
Dani
Rodrik, bu entelektüellerden bazılarıyla Balyoz operasyonunun
başında irtibata geçtiğini belirtiyor, ki o da Ergenekon
çerçevesinde yürütülen tasfiyelerden biriydi ve birçok
başkasının yanı sıra, Rodrik’in kayınpederi general Çetin
Doğan’ı
da hedefliyordu:
“Çetin
Doğan, ya da diğer sanıklarla ilgili onlardan anlayış
beklemiyordum. Sadece davada tam olarak neyin tecelli ettiğini
görmelerini istiyordum. Fakat hiçbiri oralı olmadı. Sanki onlara
başka bir ülkeden bahsediyordum, Türkiye’den değil.
Onlar
için hiçbir şeyin önemi yoktu, ne sürecin nasıl temelinden
saptırıldığının, ne de uydurma kanıtların aşırılığının.
Hiçbir şey, tüm bu adamların suçlu olduğuna ve davaların iyi
bir şey olduğuna dair fikirlerini değiştiremezdi”.
Hedef,
yöntemleri de mübah kılıyordu. Yüzlerce asker böylece hapse
atıldı, askeri hiyerarşinin başı kesildi ve ordu kışlalarına
geri gönderildi.
Liberal
entelektüellerin, 2007’den itibaren bu davalardaki hükümler
kadar, yürütülüş biçimlerine de önem vermeleri gerekmez miydi?
Bu çarpık bacaklı hukuki sürecin siyasi sonuçlarını azımsamış
olmadılar mı?
Şayet
bugün Recep Tayyip Erdoğan ve çevresi, kendi haklarındaki
yolsuzluk soruşturmalarına köstek vurmak üzere bu kadar rahatça
müdahalede bulunabiliyorsa, bu belki de Türkiye’de AKP’nin
iktidara gelişinden önce de adaletin siyasi iktidar tarafından her
zaman manipüle edilmiş oluşundan kaynaklanmaktadır, fakat
bu aynı zamanda askerlere karşı açılan davalar kapsamında
liberal entelektüeller yeterince eleştirel davranmadığı için de
mümkün olabildi. Güney Afrika, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu
[Truth and Reconciliation Comission] ile hakkaniyetli bir adalet
sisteminin geçiş dönemlerindeki önemini göstermişti.
Neo-tarikat Gülen cemaati köprüsü
Fakat
bu sessizlik, kaynağını başka yerden alıyor. Bu davalar
süresince, Erdoğan’ın son zamanlarda sorgulamaya başladığı
güçlü bir toplumsal ve dini hareket olan neo-tarikat Gülen
cemaatine yakın adamlar, Başbakanla yapılan uzlaşma çerçevesinde,
büyük ölçüde polis ve adalet teşkilatında ipleri ellerinde
bulunduruyorlardı.
Oysa,
liberal entelektüellerin büyük kısmı bu hareketle sıkı temas
halindeydi, ya onun basınında yazıyor, ya da onun televizyon
kanallarında boy gösteriyorlardı. Bunun yanı sıra, Gülen’in
neo-tarikatıyla bağlantılı olsa da belli bir özerkliğe sahip
Abant platformunun Türkiye’de ve yurtdışında düzenlendiği
tartışma ve seyahatlere katıldıkları da oluyordu.
Gülen
hareketinin “yol arkadaşları” liberal entelektüeller, “Türk
demokrasisini ilerletmek” umuduyla burada bir kürsü ve birçok
tabu konu (laiklik, Ermeni Soykırımı, dini özgürlükler, vs.)
hakkında tartışabilecekleri bir mekân buluyorlardı. Cemaate üye
olmadan, onun tarafından ileri sürülüyor ve böylece yurtdışında,
ya da Türkiye’de bugüne dek ulaşamadıkları halk kesimleri
nezdinde belli bir tanınırlık elde ediyorlardı. Bu neo-tarikat,
forum ve toplantı organizasyonlarında tek değil, fakat mali
olanakları, uluslararası şebekesi ve tabanındaki sadık
taraftarlarıyla ayırt ediliyor.
Bu
entelektüeller, en azından işin başında, Gülen hareketi
sayesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresiyle temas
kurmanın peşindeydi. “İki taraf da bu işten kazançlı
çıkıyordu”, diyor ekonomist Eser Karakaş, “Cemaat beni
kullandı ve ben de onu kullandım. Biz liberaller Abant platformunu
Türkiye’yi demokratikleştirmek için kullandık”. Ve liberaller
de ara sıra Türk ve İslamcı galaksinin, en azından işin
başında, fikir, kavram ve programlarını ifade edişine yardımcı
oldular ve böylece kodlarını ve dillerini iyi bildikleri Batı
çevreleri tarafından da benimsenmelerini sağladılar.
Bazı
entelektüellerse neo-tarikat ile çalışmayı reddetti, fakat büyük
kısmı kabul etmişti. Gülen hareketenin çok sayıdaki ve
genellikle ilerici eylem ve inisiyatifine katılımlarıyla, bu
hareketin odağı haline geldiği suçlamalar arasında sıkıntıya
düştüler, mesela gazeteci Ahmet
Şık veNedim
Şener’in
hareketin gizli olduğu varsayılan icraatını ifşa ettikleri
gerekçesiyle tutuklanıp hapse atıldıklarında olduğu gibi.
Son
olarak, bu entelektüellerin önemli bir kısmı ekonomist (Eser
Karakaş, Cengiz
Aktar,Ahmet
İnsel gibi)
ve dolayısıyla AKP ile birlikte büyümenin kapıda oluşuyla
yabancı yatırımların katlanarak artışını çok iyi
karşılamışlardı. Muhafazakâr ve girişimci yeni Müslüman
burjuvazisinin yükselişinde ise ülkenin demokratikleşmesi için
önemli bir fırsat görüyorlardı.
2010 referandumunun parçalanmaları
Sonunda
2010 Anayasa referandumuyla liberal entelektüeller aralarında
parçalanmaya başlayacaklardı. Seçmenler bir dizi Anayasa
değişikliği hakkında blok halinde oy kullanmaya çağırılmıştı;
bu değişikliklerden bazıları olumluydu, 1980 askeri darbesinin
sorumlularının yargılanma yolunun açılması veya yargının
bürokrasi ve diğer tüm resmi makamlardan bağımsızlığı gibi;
öte yandan bazılarıysa daha tartışmalıydı, zira siyasi
çoğunluk bazı yargı atamaları üzerinde vesayet elde ediyordu.
İki
taraf karşı karşıya geliyordu. Bir yanda, çekimserliği
savunanlar, bu anayasal değişiklikleri yetersiz buluyor ve
Başbakana bir zafer sunmak istemiyorlardı, zira otoriter eğilimleri
gittikçe barizleşmekteydi. Öbür tarafta ise, Murat Belge, Baskın
Oran ya da Ahmet İnsel gibi “Yetmez ama evet” oyu çağrısında
bulunanlar vardı. Bu konudaki tartışmalar bazen yumruk dövüşüne
kadar gidiyordu. Bazı arkadaşlar artık birbirleriyle konuşmaz
olmuştu.
Alican
Tayla, bazı liberal entelektüelleri “entelektüel dürüstlükten
uzak” olmakla suçluyordu: “Evet oyu kullanma çağrısı
yaptıktan bir ay sonra, hükümet tarafından Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’nun (HSYK) üyeleri değiştirilince ortalığı
ateşe verdiler. Oysa, Erdoğan zaten bu açık çeki elde etmek için
referandumu düzenlemişti, bunu da herkes biliyordu!”.
“Aşırı
derecede eleştirildik, özellikle de ‘solcular’ tarafından”,
diye açıklıyor sosyolog Ferhat Kentel ve ekliyor, « bize kukla
muamelesi yaptılar, bizi AKP’ye satılmış olmakla itham ettiler.
‘Evet’ oyu kullandım, çünkü ilerleme vesilelerinin
değerlendirilmesini savunuyorum ».
Referandumdan
% 77’nin üzerinde bir katılımla, % 58 oranında evet sonucu
çıktı,. “Sonuç itibariyle bu oylama pek bir işe yaramadı:
Hâlâ hakikaten yeni bir Anayasa bekliyoruz”, diye saptıyor
Galatasaray Üniversitesi’nden hukukçu Özgür
Mumcu.
Hepsi göstericileri desteklemiyor
Mayıs
ve Haziran 2013’te, 2 milyondan fazla gösterici, hükümetin
bilhassa kadınların ve gençlerin özel hayatlarına müdahalesine
ve otoriter sapmalarına karşı sokağa indi. Bu gösteriler
şiddetle bastırıldı, ardında birçok ölü ve binlerce yaralı
bırakarak.
Bu
liberal entelektüellerin hepsi değil ama büyük kısmı, protesto
hareketinin yanında yer aldı ve Samim Akgönül, Cengiz Aktar,
Ahmet İnsel, hatta Ragıp
Zarakolu gibileri
“Gezi Komünü’nde” gözüktüler. Başkalarıysa daha
sessizdi.
Ferhat
Kentel,
bugün hâlâ AKP’yi destekliyor. Ekim 2013’te, Dışişleri
Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun
kurduğu Şehir Üniversitesi’ndeki bürosunda yaptığımız
görüşmede “benim gözümde, AKP ülkeyi devrime götüren
toplumsal güçleri temsil ediyor ve artık türbandan, Ermeni
Soykırımı’ndan ya da Kürtlerden bahsettiğim için sokakta
suikaste uğramaktan korkmuyorum”, diye açıklıyordu. “Bu,
Erdoğan’ın tavır ve davranışlarının demokrasiye vahim
zararlar verdiğini düşünmemi engellemiyor, her ne kadar bunlar
büyük ölçüde sandık hesaplarından ibaret olsa da”.
Karşılaştırma
maksadıyla Fransız Devrimi’nde Robespierre taraftarlarının
tasfiyesi örneğine başvurarak, şunu belirtiyor:
“AKP’nin
devrimi son buldu, AKP’nin İslamcıları şu an Thermidor’larını
yaşıyorlar”.
Söyleşi
yaptığım otuz kadar liberal entelektüelden hiçbiri AKP’ye şans
tanıdığı için pişman görünmüyor. Diğer tarafı, yani baştan
beri AKP’yi ülkeyi gizlice İslamcılaştırma amacı gütmekle
itham eden “laikçi Kemalistleri” rahatlatacak bir şey söylemek
söz konusu değil hiç şüphesiz.
2008’de
Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını savunduğu için para
cezası alan ve Kürtler için daha fazla adem-i merkeziyetçilik ve
özerklik istediği için 2011’den 2012’ye hapis yatan Ragıp
Zarakolu, “AKP ve Erdoğan değişti, ben değil”, diye
açıklıyor. Samim Akgönül’se, “AKP’nin sistemi
dönüştüreceğini zannediyorduk, fakat aynı sistemin araçlarını
kendisi üstlendi ve ideolojik aygıtını tekeline aldı”, diye
hayıflanıyor.
Siyaset
bilimci Halil
Karaveli aynı
fikirde değil. Ona göre, “sistemden” bahsederek, yani devlet
aygıtının sürekliliğini öne sürerek, liberaller kendi
sorumluluklarını kabul etmiyorlar: “Şayet liberal entelijansiya,
laik muhalefete karşı tavizsiz tavra destek vermek yerine ideolojik
arabulucu rolünü oynasaydı, AKP’nin reformcu ve ılımlı
çizgisini devam ettirmesi imkânsız değildi”, diye yazıyordu
2008’de.
Fazla
kaçan bir eleştiri sonrası AKP yanlısı gazetelerden atılan veya
kendilerine otosansür uygulayan liberaller, Recep Tayyip Erdoğan’ın
zamanının dolduğunu anladılar. Türkiye Başbakanı, iki tarafa
da ait olmayan ve bazen kendi yandaşlarını sinirlendiren bu
İstanbullu entelektüellerle artık uğraşmak istiyor gibi
görünmüyor.
Nisan
2013’te, AKP’nin İstanbul il başkanı Aziz
Babuşçu,
“önümüzdeki seneler, şu ana dek bizimle birlikte yürümüş
bulunan liberallerin isteklerine tekabül etmeyecek. Bundan böyle
düşmanlarımızın ortakları olacaklar, zira inşa edeceğimiz
Türkiye, onların kabul edebileceği bir gelecekle örtüşmüyor”,
diye sakince beyan etmişti.
Bu
kutuplaşma mantığı, liberallerde acı bir tat bırakıyor, çünkü
AKP’nin zıttında yer alan Kemalist kampta da yerleri yok.
Kuşkusuz bu yüzden de hiçbiri Erdoğan’ın partisini tutarak
yanıldığını veya “faydalı bir aptal” olduğunu kabul
etmiyor. “Bu bir tür ehvenü-ş-şer idi”, diyor birçoğu.
“AKP, Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulması için zorunlu
bir geçişti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder