19 Şubat 2013 Salı

AK Parti'nin önerdiği hiper-başkanlık

Ezgi Başaran / Prof. Andrew Arato  Radikal
Dünyada yeni anayasa süreçlerinin yakın tanığı Prof. Andrew Arato, başkanlık sisteminin, parti olarak AKP'nin menfaatine olmadığı görüşünde. Arato, AKP'nin başkanlık sistemindeki olası krizleri ise 'başkanı çok güçlü kılarak' çözmeyi planladığını söylüyor.
Neden?
Prof. Andrew Arato, sosyal teori ve siyaset bilimi uzmanı. New York’taki New School’da ders veriyor. Aynı zamanda 1989’dan beri yeni bir anayasa yapma sürecini yaşayan ülkesi Macaristan’da bizzat bu sürecin parçası olarak çalıştı. Daha önce birkaç kez Türkiye’ye gelmiş, hatta 12 Eylül referandumu döneminde yaptığı “Ben olsam hayır oyu verirdim”, “Referandumdan yüzde 75 evet çıksa bile bu uzlaşma anlamına gelmez” gibi açıklamalarıyla çok tartışılmıştı. Prof. Arato, geçen hafta Güney Afrika ve Macaristan’daki anayasa yapım süreçlerini anlatmak üzere Galatasaray Üniversitesi’nde bir konuşma yaptı. Arato’ya, bir siyasi müzakere süreci olarak anayasa yapma işinin bugün Türkiye’de nasıl uygulandığını sordum. 
Yeni anayasa sürecinde Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) güçlü olması gerektiğine dair vurgu yapıyorsunuz. Neden? Türkiye entelijansiyasında Anayasa Mahkemesi’nin darbe geleneğinin uzantısı gibi işlev gördüğüne dair bir fikir vardır. Ben buna katılmam, birçok vakada AYM ile ordu birbirine ters düşmüştür. Vesayetten arınmış sivil bir anayasada AYM’yi güçlü kılmak darbeci zihniyete değil, demokrasinin denetleme mekanizmasına hizmet edecektir. AYM’nin üyeleri siyasi görüşlerinden dolayı seçilmedikleri ve yeterince uzun süre görevde kalabildikleri sürece parlamentodaki siyasi renklerden birine bürünmezler. Ama siyasi gücü elde tutanlar da bu durumdan pek hoşlanmazlar ve önlem alırlar. 

Ne demek bu? 
Anayasa Mahkemesi’nde kadrolaşma (court-packing) demek. Bunu benim ülkem Macaristan’daki güçlü hükümet Fidevs de yaptı, AKP de. 

Fidevs nasıl yaptı? Nasıl olacak, anayasayı değiştirerek. Aynı AKP’nin 12 Eylül referandumuyla yaptığı gibi. Fidevs de AKP de yeni atanacak üyelerin kendilerine yakın görüşten yargıçlar olacağı hesabıyla AYM üyelerinin sayısını arttırdı. AKP bu değişikliği öyle bir referandum paketi içerisine yerleştirdi ki herkes paketin başka bir noktasına odaklanarak ‘Evet’ demek için makul bir sebep buldu. Yüksek yargıda kadrolaşmanın birçok yolu var. Ya Fidevs ve AKP gibi yeni üyeler eklersiniz ya da Mısır’da Mursi’nin yaptığı gibi üye sayısını azaltırsınız. Ne yaptı Mursi? Mahkemedeki üye sayısını dört kişi azalttı. Gidecek olan dört kişi, mahkemeye son eklenenlerdi. Onlar kimdi? Ihvan’a muhalif kimlikleriyle bilinen yargıçlar. Bu da kadrolaşma örneği. 

Anayasa Mahkemesi’nin kadrolaşması bir vatandaş olarak beni nasıl etkiler? 
Biliyorsunuz artık AYM’ye bireysel başvurular yapılabiliyor. Eğer mahkeme hükümetin görüşüne yakın yargıçlardan oluşuyorsa, vatandaş olan sizin yanınızda değil, devletin yanında olmayı tercih edecektir. Söz konusu kişilerin yargıç olması bu insani refleksi çok değiştirmeyebilir. O zaman bir vatandaş olarak devletin muhtemel hak ihlallerine karşı korunmasız ve çaresiz kalırsınız. 

Yüksek yargı ne zaman vatandaşın yanındaydı ki? 
Belki hiçbir zaman değildi, darbe döneminde inşa edildiği için. Fakat yeni anayasayı yaparken vatandaşın yanında olmasını ilke olarak istersiniz, değil mi? 

Yüksek yargıda kadrolaşma her zaman istenen sonucu veriyor mu? 
Aslında hayır. Macaristan’da kadrolaşma yapılmasına rağmen mahkeme Victor Urban’ın hoşuna gitmeyecek üç-dört karar aldı. Sonuç itibariyle söz konusu kişiler yargıçtır ve bir noktada kendilerini yasaya uygun davranmak zorunda hissederler. Şu anda Türkiye’de yeni anayasa, eski anayasanın çizdiği çerçevede yapılmaya çalışılıyor. Eski anayasada değiştirilmesi teklif edilemez maddeler olduğu için birçok madde AYM’den döndü. Örneğin başörtüsü meselesinde olduğu gibi. Bu karardan sonra hükümet net bir şekilde AYM’nin bu haliyle kendilerine bir engel teşkil ettiğine karar verdi. Ve muhtemelen de şöyle düşündüler: Biz güçlü bir başkanlık sistemi önerecek olursak, AYM bu öneriyi anayasanın değiştirilemez maddelerine aykırı bulabilir ve önerimiz engellenir. Referandumda bu yapıyı değiştirdiler. Bu sayede, hiper-başkanlık sistemi gelebilir ve bu da kamusal düzende Türkiye’deki tüm vatandaşlar için ciddi bir değişiklik yaratır. 

Anayasa yapma sürecinde uzlaşmacı ve çoğunlukçu yöntem arasındaki temel farklar nedir? 
Türkiye’den örnek verelim. 1996-2006 arasında yapılan anayasa değişiklikleri uzlaşmacı yöntemle, yani bir komisyon kurularak gerçekleşmişti. Fakat 2007’den sonra hükümet Türkiye’de geçmişte uygulanan çoğunlukçu sisteme geri döndü. 2007’den kastım Cumhurbaşkanı’nın seçilmesi… Ve anayasanın ‘Cumhurbaşkanını halk seçsin’ şeklinde değiştirilmesi… O günlerde AYM’nin AKP’yi hangi durumda referanduma gidilmesi gerektiğiyle ilgili desteklediğini de unutmayalım, herkes aksi şeklinde hatırlıyor nedense. Sonuç olarak anayasa değişikliklerini uzlaşmacı biçimde yapma konusunda mutabakat bu olayla bozulmuş oldu, ta ki bugünkü dört partili anayasa komisyonunun kurulmasına dek. Fakat her gün gazetelerde bu komisyonun nasıl sorunlu olduğuna, çalışmalarının niye sonuca götürmeyeceğine dair yazılar çıkıyor. 

Yani? 
Yani sadece bu haberler bile bu tür bir komisyonun çalışmasına gölge düşürür. AKP bazen “Bu komisyonun işlemesini istiyoruz” diyor, bazen de “Işlemezse biz kendi önerimizi ortaya koyacağız” diyor. Bunun meali “Uzlaşmaya mecbur değiliz, gerekirse anayasayı çoğunlukçu yöntemle yaparız” dır. Bugün anayasa yapım süreci bir tür at yarışı gibi. Iki metotun -uzlaşmacı ve çoğunlukçu metodların- hamlelerini izliyoruz. Eğer uzlaşmacı metod işlemezse, 82 Anayasası’yla devam mı edilecek yoksa AKP’nin önerisi mi tercih edilecek? Eminim herkes ikincisini seçecektir. AKP de bunu bilmenin rahatlığıyla davranıyor. 

Ana muhalefet ne yapıyor? 
Burada CHP’nin yaklaşımını da çok yanlış buluyorum. “Bu komisyon bir tiyatrodur, sonunda AKP’nin istediği olacak” türünden açıklamalar yapmak, öyle olduğuna inansanız dahi stratejik açıdan sorunludur. Böyle davranırlarsa, varsayımlarında haklı bile olsalar, süreci baltalayanın kendileri olduğu düşünülecektir. Bakın, AKP tek başına anayasa yapabilecek güce sahiptir. İhtiyacı olan beş milletvekilini bulması zor olmaz ama bu işi uzlaşmacı yöntemle çözmeyi tercih eder. Çünkü böylelikle çok daha meşru bir anayasa ortaya çıkmış olur. AKP için asıl zafer o komisyondan kendi istediğine yakın bir sonuç çıkarabilmektir. 

Bu anayasa yapım sürecinde asıl mesele başkanlık değil mi? 
Elbette ve bence başkanlık sistemi AKP’nin menfaatine değil. Çünkü bugünkü haliyle AKP zaten çok güçlü. Niye başkanlık sistemini istesin ki? 

Çünkü Başbakan Erdoğan istiyor… 
Tek adam ve bir siyasi parti aynı şey değildir. Öyle görünebilir ama parti içinde bu sisteme muhalif olan birçok isim olduğunu da biliyoruz. Bu noktada birçok başka siyasi değişken var. Bakanlıkların yeni sistemde nasıl paylaşılacağı, başbakanın kim olacağı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e nasıl bir görev biçileceği gibi konular mesela. AKP’nin sunduğu anayasa taslağında bir başbakan yok. Ben aksi olacağını düşünmüş, Putin-Medvedev tarzında bir sistem benimseneceğini zannetmiştim. Anlaşılan plan böyle değil. Ve bu plan Abdullah Gül’ün hiç hoşuna gitmez. AKP içinde Gül’ü destekleyenler ve onun geleceğini düşünenler olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Ayrıca AKP’ye danışmanlık veren Prof. Özbudun gibi isimler de bugün başkanlık sistemine karşı. 

Bu hesapların ötesinde, başkanlık sisteminin ne gibi zararları var? 
Başkanlık sisteminin Türkiye’de iki tür savunucusu var. Biri; başkanlık sistemi çok güçlü bir yönetim yaratacağı için destekliyor. Ve bunu desteklerken aklında, hayalinde ABD sistemi var. Başkanlık ile kuvvetler ayrılığının güçleneceğini, parlamentonun daha bağımsız olacağını ve dolayısıyla denetim mekanizmalarının artacağını düşünüyor. Diğer taraf ise başkanlık sistemini, daha liberal olduğuna inandığı için destekliyor. 

Yanlış argümanlar mı? 
George W. Bush dönemindeki ABD politikalarını anımsayın. Bush dış politika ve orduyu ülkeyi daha otoriter biçimde yönetmek için kullanmıştı. ABD’deki oturmuş sistemde bile bu otoriterleşme yaşanmıştı. Bir de Obama’nın ilk dönemine bakalım. Çok zayıftı, istediği hiçbir yasayı Kongre’den geçiremiyordu. Ve ülke bir bakıma yönetilemez hale gelmişti. Başkanlık sisteminin böyle de bir ikilemi vardır: Bazen otoriterleşmeye yol açar, bazen de her yasa değişikliğinde ülkede kriz çıkar. Ki bu yan etki, yargı sistemi bağımsız ve denetleyici bir güç olarak var olan ABD’de bile görülmüştü. Fakat zannediyorum AKP bu ikilemi nasıl 
çözeceğini bulmuş. 

Nasıl? 
Kriz çıkmasını önleyecek bir başkanlık sistemi kurarak. Başkanı çok güçlü kılarak. Ki biz buna son derece otoriter olan hiper-başkanlık sistemi diyoruz. AKP’nin önerdiği bu. ABD’dekinden çok Chavez’inkine benziyor. Çünkü başkan meclisi feshetme yetkisine sahip. Yani Obama’nın karşılaştıklarına benzeyen krizlerden biri yaşandığında başkan gelir ve yumruğunu masaya vurarak sorunu çözer. Bir bakıma yetkilerini aşarak. Fransa’da De Gaulle başa geldiğinde böyle davranmasından çok korkuluyordu. Ki, evet kendisinin aşırı gücü vardı. Mitterrand, De Gaulle dönemi için ‘sürekli darbe hali’ (coup d’etat permanent) demişti. Sonra kendisi başa geldi ve anayasaya daha demokratik bir form verdi. 

De Gaulle demişken… Fransa’da onun güçlü bir başkan olması Cezayir sorununu çözmesiyle doğrudan bağlantılıydı. Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununu çözmesi karşılığında başkan olmasına sıcak bakacak bir kesim olduğu söyleniyor… 

Başbakan Erdoğan iyi bir siyasetçi olduğu için süreç içinde bu argümanı sıklıkla dile getirecektir. Fakat ‘Kürt sorununu çözerse, varsın başkan olsun’ argümanı Türkiye’deki aydınları 12 Eylül referandumundan çok daha fazla böler. Referandumda aydınlar, ‘hayır’ diyenler ve ‘Yetmez ama evet’ diyenler arasında bölünmüştü. Kürt sorunu meselesi işin içine girdiğinde ‘hayır’ diyenler de kendi içinde ayrışacaktır. Kürt sorununu çözmesi için Başbakan’ın, hapisteki siyasi tutukluların serbest bırakılması, anadilde eğitim ve özerklik gibi adımları atması gerekecektir. Bu adımları atması karşılığında başkanlık, Erdoğan’a bir ödül, Türkiye’ye bir bedel olarak ortaya çıkar mı? Son derece hassas bir terazi. 

Siz bu terazinin neresinde olurdunuz? 
Kürtler bu adımların atılması durumunda başkanlık sistemini kabul edecektir diye düşünüyorum. Ben ise bunun daha sonra tüm Türkiye’yle birlikte Kürtlerin de hayatını zorlaştıracak bir sistem olması nedeniyle çok yüklü bir bedeli olduğunu düşünüyorum. Ama bir vatandaşa “Barış karşılığında başkanlığı kabul eder misin?” diye sormak bir siyasetçi için son derece zeki bir hamledir, bunu da söylemem gerekir. Ben yine de işin bu noktaya gelmeyeceğini, milliyetçi Türk oylarını kaybetmemek için Kürtlerle ilgili saydığım adımların büyük bölümünü atamayacağını düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder