Ekrem Dumanlı:
Abdülhamid'in de etrafını kendine misyon biçen çapsız danışmanlar kuşatmıştı
T24
21/02/2014 Zaman
Ekrem
Dumanlı: Menderes döneminin istihbarat servisi MAH (bugünkü
adıyla MİT), Bediüzzaman ve talebelerini talebelerini il il, ilçe
ilçe fişliyordu, her ders yapılan evin bir “örgüt” yuvası
olduğu kayıtlara geçiriliyordu
Zaman
gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem
Dumanlı,
AKP ve Fethullah
Gülencemaati
arasında yaşanan gerginliğe ilişkin cemaatin çıkış noktası
olarak bilinen ‘Nurculuk’ oluşumunun kurucusu Bediüzzaman
(Çağın Adamı) olarak ün salan Said
Nursi örneğini
referans alarak, Abdülhamid döneminde
Said Nursi’nin bir üniversite projesini Padişah’a sunmak
istediğini ancak “Abdülhamid’in etrafını kuşatan çapsız
danışmanlar kendilerine adeta bir misyon biçerek Padişah’ı
aydınlardan uzaklaştırmak gazete ve dergiler üzerine baskı
kurmak, sansür sistemini işletmek” istediğini belirtti
Dumanlı
yazısında, Nursi’nin en zor döneminin Adnan
Menderes dönemi
olduğunu savunarak, Gülen ve cemaatine yapılanlarla paralel olarak
“dönemin istihbarat servisi MAH (bugünkü adıyla MİT),
Bediüzzaman ve talebelerini talebelerini il il, ilçe ilçe
fişliyordu, her ders yapılan evin bir “örgüt” yuvası olduğu
kayıtlara geçiriliyordu” ifadelerini kullandı. BaşbakanTayyip
Erdoğan'ın
cemaate yönelik "Haşhaşiler örgütü" benzetmesinin bir
benzerinin Nursi'ye de yapıldığını belirterek "Afyon
savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini “Hasan Sabbah”a; yani
Haşhaşilere benzetti. (Kaderin cilvesine bak ki o savcının lafı
bugün başka ağızlara sakız olmuş!)" diye söyledi.
Ekrem
Dumanlı tarihi devirlerde yaşamış şahsiyetleri referans
göstererek Gülen cemaati ve AKP hükümeti arasında yaşanan
gerginlikleri karşılaştırma yapan yazı serisi kaleme alıyor.
Ekrem
Dumanlı’nın Zaman gazetesinde “Bediüzzaman’ın çilesi”
başlığıyla yayımladığı yazısı (21 Şubat 2014) şöyle:
Başını
yakın talebelerinden birinin dizine yaslamış Urfa’ya doğru yol
alan Bediüzzaman Said Nursi, yürek dağlayan şu cümleyi
tekrarlıyordu: “Beni anlayamadılar...”
İniltiler
halinde söylenen bu yanık söz, 82 seneye sıkışan bir hayatın
özetiydi. 1952’de Üstad’ı ziyaret eden Eşref Edip’e de
benzer cümleler kurmuştu Said Nursi: “Anlamıyorlar... Yahut
anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış
bir medrese hocası zannediyorlar.” Demek ki hayatının pek çok
safhasında dile getirilen derin bir sitemdi bu.
Nasıl
anlaşılabilirdi ki! O kendini günün siyasî/idarî tıkanıklığı
içine hapsetmemiş, kuşatıcı bir nazarla yarınlara seslenmişti.
O yüzden daha çok erken yıllarda şöyle feryat etmişti: “Şu
muasırlarımız, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi
derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla
sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim kışta geldim;
sizler cennetâsa bir baharda geleceksiniz…” Çağdaşları onu
anlayamadı; anlaması da çok zordu.
Üç
nur ve üç zulmetin iki farklı dünyanın ufkunda tecelli edeceğini
çok önceden görmüş ve taş üstünde taşın kalmadığı o
yıkılış döneminden şöyle seslenmişti insanlara: “Ümitvâr
olunuz, şu istikbal inkilabatı içinde en yüksek, gür sadâ
İslam’ın sadâsı olacaktır.” Günlük telaşe içinde
çırpınıp duran insanlar o engin ufka tekabül eden vizyonu nasıl
anlayabilirdi ki?
Çağını Aşan Ufuk
Daha
meşruiyetin mahiyeti hakkında enine boyuna düşünülmemişken
“meşrutiyet-i meşrua”dan bahseden ve ona dair prensipler vaz’
eden bir tefekkür insanının herkes tarafından tastamam
anlaşılması beklenemez. Cumhuriyet kelimesinin belli çevrelerde
telaffuz bile edilmediği bir dönemde cumhuriyet ile ilgili temel
değerlendirmeler yapması tesadüf değil, basiret ve firasetin
yansımasıydı.
Nitekim
bu anlaşılamayan tefekkür insanı, her dönemeçte ayrı bir
imtihanla karşı karşıya kaldı, zulme maruz bırakıldı.
Selanik’te yaptığı tarihî konuşmaya, ‘aşair arasında
dolaşarak’ yaptığı yorumlara, Şam’da verdiği hutbeye vs.
vâkıf olamayanlar, onun o özgürlükçü yaklaşımından da
haberdar değildi. Mesela 31 Mart Vak’ası’nda fitnenin önüne
geçebilmek için çırpınan Bediüzzaman gözaltına alındı. Güya
İttihad-ı Muhammediye adlı örgüte üyeydi ve isyancılarla
hareket etmişti. Bahçede kurulan darağacı ve darağaçlarında
asılı insanlara aldırış etmeksizin yaptığı cesur müdafaa,
eşi benzeri az bulunur bir hukuk mücadelesidir. Mahkeme bu âteşîn
dimağı serbest bırakır. O, Beyazıt’tan Sultanahmet Meydanı’na
kadar kalabalık bir kitlenin önünde yürürken bugün bile
kulaklarımızı çınlatan bir meşhur cümleyi haykırır:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”
Sürgünler, mahkemeler, hapisler...
Sultan
II. Abdülhamid akıllı, zeki, dindar bir insandı; ama Bediüzzaman
gibi bir deha ile yüz yüze gelemedi. Görüşebilselerdi
birbirlerini anlayacaklardı kuşkusuz. Ancak Sultan’ın etrafını
etten duvarlarla örmüştü mabeyn-i hümayun. Bir gün Bediüzzaman,
çağını aşan bir üniversite projesiyle Padişah’ın kapısına
dayandı. İstiyordu ki fen bilimleri ve dinî ilimler izdivaç etsin
ve çağıyla hesaplaşabilmenin kapıları aralansın. Heyhat!
Abdülhamid gibi eğitim konusunda fevkalade hassas bir Sultan’ın
etrafını kuşatan çapsız danışmanlar kendilerine adeta bir
misyon biçmişti: Padişah’ı aydınlardan yalnızlaştırmak,
herkesten uzak tutmak, yazar çizer insanları Sultan’a
jurnallemek, gazete ve dergiler üzerine baskı kurmak, sansür
sistemini işletmek. O dönem aydınlarının neredeyse tamamı
(Bediüzzaman ve Mehmet Akif başta olmak üzere) ‘istibdat’tan
şikâyet etti. Bediüzzaman etten duvarları aşabilseydi sadece
çağını aşan bir üniversite modeli ortaya konulmuş olmayacak;
Kürtçeye ilim mahfilinde serbestiyet tanınmış, Kürt sorununa ta
o yıllardan çözüm kapısı aralayan bir proje ortaya çıkarılmış
olacaktı. O gammaz ve sansürcü danışmanlar, kendi ve aile
fertlerinin menfaatini düşündüğü kadar alimlerin tekliflerine
kafa yorsalardı, tarihî fırsatlar heba edilmemiş olacaktı.
Bediüzzaman
Hazretleri’nin heyecan veren o mücadele hayatını safha safha bu
sütuna taşımak mümkün değil. Kestirmeden yol alıp şöyle
diyebiliriz: Hemen her dönemde devlet zulmüne uğradı Bediüzzaman.
Sürgün edildi, mecburî ikamete zorlandı, hapse atıldı,
defalarca zehirlendi… “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”
deyip Erek Dağı’na çekilmiş, inzivada yaşıyordu. Ne var ki
bir bahane icat edildi ve sürgün yılları başladı. İnsanlarla
irtibattan men edildi; ama o hep dimdik ayaktaydı.
Hakkında
davalar açıldı, iddianameler hazırlandı, hâkim karşısına
çıkarıldı. Afyon savcısı “600 bin talebesi var” diyerek
“asayişe zarar gelir” iddiasında bulunmuştu mesela. Oysa
dünyanın en barışçıl ve sivil akımlarından biriyle karşı
karşıyaydı. Afyon savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini “Hasan
Sabbah”a; yani Haşhaşilere benzetti. (Kaderin cilvesine bak ki o
savcının lafı bugün başka ağızlara sakız olmuş!) Hiçbir
insaf ölçüsü yoktu suçlamalarda. Mesnetsiz bir sürü iddia ve
kara propaganda. “Dini siyasete alet etmek” gibi bir suç isnat
ettiler, “gizli örgüt” dediler, davalar açtılar; hatta hapis
cezaları verdiler. Kâh Tesettür Risalesi bahane edildi, kâh
Gençlik Rehberi adlı eseri. Beraat etmesine rağmen tekrar tekrar
dava açıldığı da oldu.
Demokray Parti döneminde baskılar
Üstad
Bediüzzaman’a yapılan zulmün belki de en acı vereni 1950’den
sonraki döneme aittir; çünkü tek parti diktası sona ermiş,
millet derin bir oh çekerek Menderes ve partisinden daha özgürlükçü
bir atmosfer beklemişti. Vakıa, iktidar bir türlü muktedir
olamıyor ve siyasî iradesini ortaya koyamıyordu; ama her seçimde
halkın verdiği kredi artıyor, zulmün bir an önce bitmesi
bekleniyordu.
Maalesef
beklentiler bir zaman sonra boşluğa düştü. Menderes döneminin
istihbarat servisi MAH (bugünkü adıyla MİT), Bediüzzaman’ı
adım adım takip ediyor, rapor tutuyordu. Üstelik Üstad’ın
talebelerini il il, ilçe ilçe fişliyordu. Her ilin başında bir
kişinin olduğu düşünülüyor, her ders yapılan evin bir “örgüt”
yuvası olduğu kayıtlara geçiriliyordu. Bugün ortaya çıkan
resmî vesikalara göre Üstad ya da talebelerine temas eden
milletvekilleri ve bürokratlar da fişlenmiş, Ankara’ya
bildirilmişti. Bediüzzaman ve talebelerinin avukatlığını
üstlenen merhum Bekir Berk’e göre 750 dava beraatle
sonuçlanmıştı. Ama davaların ardı arkası kesilmemiş ve yıllar
boyunca sürdürülen davalar nedeniyle toplum nezdinde kriminal bir
algı oluşturulmaya çalışılmıştı.
Her
şeye rağmen Demokrat Parti ve Menderes’e destek vererek daha
özgürlükçü bir atmosferin oluşmasını arzu etti Bediüzzaman
Hazretleri. Hak ettiği vefayı bulamadı bir türlü. 1957’de DP
üçüncü kez seçimleri kazanmıştı; ama Nur talebelerinin
üzerindeki devlet tehdidi bitmemişti. 1958’de açılan bir dava
nedeniyle Ankara, İstanbul ve Isparta’da tutuklamalar yapılmış,
Risale-i Nur talebeleri Ankara Cezaevi’ne konulmuştu.
Vefatına
doğru Üstad Bediüzzaman, talebelerine veda edercesine Anadolu’ya
açılmıştı. Pek çok vilayete uğradıktan sonra tekrar (3 Ocak)
Ankara’ya çeviriyor rotayı. Aslında Menderes’le görüşmeyi
arzu ediyor. İhtimal ki toplum katmanlarında hissedilen fırtınayı
haber vermeyi, belki tedbir nevinden bazı düşüncelerini aktarmayı
arzu ediyor. CHP’nin ve İsmet Paşa’nın haşin yaklaşımı ve
o günkü basının anlayışsız tavrı yüzünden Demokrat Parti
yetkilileri korkuyor, tırsıyor. O kadar ki 11 Ocak 1960’ta
Ankara’ya gelen Said Nursi Hazretleri’ne hitaben radyodan hükümet
bildirisi okundu. Üstad’a, Emirdağ’da oturması salık
veriliyordu.
Seçimlerde
verilen desteği unutmuş gibi görünen DP, Üstad ve talebelerinde
büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. 1959’da Eskişehir’e
girerken arabası durdurulmuş ve şehre giremeyeceği polislerce
tebliğ edilmişti. Bediüzzaman’ın tek cümlecik sorusu vardır:
“Emir buradan mı, Ankara’dan mı?” Komiser sükut eder. Cevap
bellidir.
'Beni anlayamadılar...'
Artık
Hakk’a yürüme zamanı gelmiştir. Üstad Hazretleri, Urfa’ya
doğru yola çıkar ama devlet terörü soğuk yüzünü DP’nin
içişleri bakanı vasıtasıyla bir daha gösterir. Bakan, emir
üstüne emir yağdırarak ölüm döşeğinde son nefeslerini veren
Bediüzzaman’ın Urfa’dan zorla çıkarılmasını ister. 23 Mart
gecesi vefat ederken (ve halen) kulaklarda aynı cümle yankılanır:
“Beni anlayamadılar. Skolastik bataklığa gömülü bir medrese
hocası sandılar...” Evet ey Büyük Mütefekkir! Seni en uzak
daireden en yakın halkaya kadar tastamam anlayamadık; keşke
anlayabilseydik!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder