Murat Belge 06/10/2013Taraf
Bugün epey “teorik” sayılır bir konuya girmek istiyorum. “Teorik” olduğu için, bugün girdiğimde, ne günçıkarım, pek bilmiyorum. Zaten acelem de yok.
Bizden önceki kuşaklar “garplılaşma” diye bellemişlerdi. Biz “batılılaşma” dedik, bir süreç içine doğduk, hâlâ bir şekilde oradayız.Bu terim yalnız bize özgü bir şey değildi; kabaca söylersek, Batı’da olmayan hemen hemen her ülke, “batılılaşma”ya çalışıyordu. En evrensel dil haline gelen İngilizce’de “westernization” denen bu çaba, “global” bir çabaydı. Bütün bu “batılılaşma”ya çalışan ülkeler, geçmişlerinde, Batı’dan bir ya da birkaç şamar yemişlerdi şiddeti değişen derecelerde. Kimisi düpedüz “koloni/ sömürge” haline getirilmiş, yıllar yılı o koşullarda yaşamış/ yaşatılmıştı. Kimisi (Çin, Japonya, İran, Osmanlı) sömürgeleşmemiş, ama Batı emperyalizminin önünde itilip kakılmış, onuru çiğnenmiş, hayatın her düzeyinde Batı hegemonyasını hissetmişti.
Yani, bir yandan bu tarih nedeniyle ister istemez nefret ettiğimiz bir şeye benzemeye çalışıyorduk. Bütün dünyada “batılılaşma” dediğimiz, o adla andığımız olgunun tam içinde bu çelişki yatıyordu. Sürecin içinde yer alanların çelişki karşısındaki tavırları da, tarihî koşullarına göre, o koşulların yarattığı ideolojik biçimlenmelere göre, istek ve beklentilere göre değişiyordu; “Batı gibi olmak” özlemiyle yetineni vardı, Batı’yı yıkıp dünyaya egemen olmak isteyeni vardı vb...
İnsanlar arasında genel bir eğilimdir: hoşlanmadığınız bir şey var, ama hoşlanmadığınız o şeyi yok edecek ya da değiştirecek kadar güçlü değilsiniz çeşitli nedenlerle. Bu durumda önce adını değiştirirsiniz! Hani, bildiğim kadarıyla Amerika’dan yayılan şu “political correctness” var; işte o bu dediğim davranışın epey tipik bir örneği.
Dolayısıyla süreç içinde “batılılaşma” kelimesi yavaş yavaş gündemden düştü. Onun yerine “modernleşme” (“modernization”) diye bir kelime türedi. Kelime oldukça yeni; ilk ağızda anlamı da epey farklı: örneğin Truman “vergi sisteminin modernizasyonu”ndan söz ediyor. Bunun Batı’yla, Doğu’yla bir ilgisi yok.
Oxford’un iki ciltlik sözlüğüne bakıyorum, “modernist” ve “modernism” gibi kelimeler var da, “modernization” diye bir kelime bile bulunmuyor. “Modernize” gibi bir fiil bunlardan türetilmiş; ama ondan da “modernization” diye bir isim henüz türetilmemiş.
Ama şimdi ağırlıkla bunu kullanıyoruz: “batılılaşma” demektense “modernleşme” demeyi tercih ediyoruz. Anlatmak istediğimiz şey, genel çizgileriyle baktığımızda, üç aşağı beş yukarı aynı şey. O halde ne yapıyoruz? Birinci kelimede “yer” (mekân) üstünde olan vurguyu oradan alıp “zaman”a kaydırıyoruz.
Bu, Kemalistler’in büyülü kelimesi olan “asrî/çağdaş”ta epey net bir biçimde görünüyor. Yukarıda değindiğim çelişkiyi de içeriyor. Kemalizm, bu topraklarda görülmüş en radikal “batılılaşma” ideolojisi vepratiğiydi. Ama aynı zamanda “Türk milliyetçiliği”nin ideolojisiydi. Nitekim şu evrede en fazla “Batı karşıtı” söylemler de Kemalizm’in belirli yorumlarını savunanlar arasından çıkıyor (bu, ayrı bir yazıda/ yazılarda işlenmesi gereken kendi başına ilginç bir konu).
Ama, tabii, “çağdaş” demek ortadaki çelişkiyi yok etmiyor (“nominalizm” hiçbir zaman çelişkiyi ya da sorunu çözmez, onun karşısında bizim tutumumuzu “modifiye” eder). Çünkü “çağdaş”, son analizde, “aynı çağda olan” demek. Çağın nasıl bir çağ olacağını biz belirlemiyoruz, olan çağa uyacağımızı taahhüt ediyoruz: “Çağdaş Yaşamı Destekleme”...
Biz “o kelime”, “bu kelime” ile sonuçta Batı’ya karşı kendi tavrımızı tanımlandırmaya çalışıyoruz, ama bugün “modern” diye sınıflandırdığımız her şeyin Batı’dan çıkma olduğu olgusunu değiştirebiliyor muyuz?
“Konuya girmek zaman alır” demiştim. İşte, alıyor. Yazının son paragrafında aklımdaki sorunun bir ucuna şöyle bir değinebildim. Yani daha işimiz var.
‘Batılılaşma / Modernleşme’ 2
“Batılılaşma/ Modernleşme” kelimeleriyle anlattığımız girişim üstüne yazmaya başlamıştım. Gene bu tema üzerine konuşmaya devam edeyim. Pazar günü çıkan yazıda bunların sonuçta aynı şey olduğunu söylemiştim ama bunun bu kadar basit bir konu olmadığını biliyorum.
“Modernleşme” dediğimiz olay, son analizde “Sanayi Devrimi”ne bağlanır. Bunun kazandırdığı büyük teknolojik avantajla Batı dünyaya egemen olmuştur. Öyle olunca da geri kalan dünya “batılılaşma”yı bir zorunluluk olarak görmeye başlamıştır.
Ama, “Sanayi Devrimi neyin ürünüdür” diye sorabilirsiniz. Ona da verilecek kestirme ve genel cevap, “Bilimlerin gelişmesi” olabilir. Peki, niçin bilimler Batı’da gelişiyor da, başka yerlerde böyle bir şey görülmüyor? “Rönesans orada oldu da ondan” diyebilirsiniz.
Yani, işin temeline inmeye çalışmak, Batı’nın tarihinin derinliklerine inmekle eşanlamlıdır. Böyle olduğu için, “batılılaşma” ile “modernleşme”ye aynı anlama geldiğini söyleyebiliyoruz.
Gelgelelim, şimdi “modernleşme” denen, iyi kötü tanımlanabilir bir şey var ortada. Batı’nın tarihini yaşamadan bu türden bir “modernleşme”ye uzananların, başarılı olarak kabul ettiğimiz bazı örnekleri de var. Bunların başında muhtemelen Japonya geliyor. Ama sonuç olarak, modernleşmeyi olmazsa olmaz bir sorunluluk olarak görmeyen yok gibi bir şey. Yani herkes kendi durduğu yerde, kendi koşulları ve imkânları çerçevesinde modernleşmeye çalışıyor. Bu demektir ki dünyada kaç ülke varsa modernleşme girişiminin de o kadar örneği var; kimi başarılı, kimi değil, ama çaba ortak.
Bu gözle bakmaya başlayınca, ben de, arada bir fark olduğunu, bu farkın önemli de olabileceğini düşünüyorum.
Batı kendisi de “modern”leşirken değişti. Birçok bakımdan modernleşmeyi Batı ile özdeşlemek kolaydır; çünkü bir iç içe geçme durumu var. Ama modernleşmeyi Batı ile sınırlamak mümkün değil, doğru da değil.
“Herkesin bir modernleşme tarzı var,” diyorsak, Batı’nın da tarzı bu bildiğimiz, Batı’nın tarihini incelediğimizde gördüğümüz tarzı oldu. Batı, Batı olarak modernleşti. Ama zaten bu tarihin içinde “modernleşme”nin, ekonomik ve siyasî gelişmenin farklı modellerini de gördük. Örneğin faşizm, nazizm de modernleşmenin ürünleriydi. Doğuda uygulandığı şekliyle komünizm, batıda aldığı şekliyle sosyal-demokrasi de bu modeller arasında.
Öte yandan batılılaşmadan modernleşme kavramını da fazla abartmamak gerekir. Az önce Japonya’ya değindim. Çok kişi, hele Türkiye’de çok kişi, Japonya’nın manevi değerlerinden vazgeçmeden Batı’nın maddî ilerlemesinden yararlandığına inanır. Bu pek doğru değildir. Başka ülkeler için de durum aynıdır. Sonuç olarak bu, belirli bir toplum tipine doğru evrilmek demek. Evrildiğimiz o toplum da, her toplum gibi, belirleyici. Dolayısıyla maddî düzeyde “modern”leşip manevî düzeyde “geleneksel” kalmak zaten pek mümkün değil. Tabii yukarıdan aşağıya korunan, yaşatılan geleneksel davranış kalıpları vb. olabilir. Bunlar, toplumun seçkinlerine, modern aşamada de yararlı göründüğü ölçüde korunur ve yaşatır. Japonya’da olan büyük ölçüde buydu.
“Her yiğidin yoğurt yeyişi farklıdır” gibi bir noktaya geldiğimizde, göreceliği mutlaklaştırmış oluyor muyuz? Bunun cevabı, bir dereceye kadar, “modernlik”ten ne anladığımıza bağlı. “Bir dereceye kadar”, çünkü bu “ne anladığımız” konusu çok da keyfî olamaz. Sanıyorum modernleşmenin “olmazsa olmaz” bazı koşulları ve ilkeleri vardır. Bunu da, sonraki yazıda tartışalım.
‘Batılılaşma / Modernleşme’ 3
Bir süreden beri “Batı dışında bir ‘sivil toplum’ modeli” olup olmadığı tartışılır. Bu tartışmayı da bir yanından “Modernleşme batılılaşma mıdır?” tartılmasına bağlamak mümkün belki “mümkün”den öte, gerekli de. Çünkü “modernleşme” dediğimiz şeyin, “sivil toplum”la dolaylı ve dolaysız ilişkileri var.
Ben de yıllardır bu tartışmalar üstüne düşündükten sonra, gerek “modernleşme”nin, gerekse “sivil toplum”un Batı dışında modelleri olabileceğini ve zaten olduğunu düşünmeye başladım.
Şöyle bir nokta var: Batı’nın tarihi, sözünü ettiğimiz bu olguların her yerden önce orada filizlenmesine birçok imkân hazırlayan bir tarih olmuştur. Bu nedenle zaten öncülük Batı’nın elindedir. Ve bu gelişmelerle Batı arasında sanki bir “özdeşlik” ilişkisi kurulmuştur. Ve gene bu nedenle, bunların “Batı-dışı” örnekleri eksik ya da bozuk görünmekte, bu da hem “sivil toplum”, hem de “modernleşme”nin yalnız Batı’ya özgü fenomenler olduğu inancını güçlendirmektedir.
Oysa Batı kendisi de, aslında, “modernleşmiştir”. Sanayi Devrimi öncesi ve sonra Batı iki ayrı dünyadır. Birinden öbürüne geçiş de, evrimsel süreçlere özgü kaçınılmazlığı olan bir şey değildir. Zaten olurken de, değişimi yaşayan kuşaklara, hayatın doğallığını bozan, yabancı ve dışsal bir dinamik, bir müdahale olarak görünmüştür.
“Savaş” kavramının önem hiyerarşisinde en tepede oturduğu bir dünyada, örneğin Osmanlı’nın Batı’yla karşı karşıya geldiği öncelikli alanın “harp meydanı” olduğu koşullarda, Batı’nın “modernliği”nin insanlara “top tüfek üstünlüğü” olarak görünmesinin anlaşılır nedenleri vardı. Bugün dahi böyle gören, böyle düşünenler çoğunlukta. Bu “top tüfek üstünlüğü” nereden geliyor, diye düşünce de, başta sanayileşme, gene böyle maddi etkenler, Batı’nın hegemonyasını destekleyen etkenler olarak görülüyordu. Bu maddi etkenleri bir gerçeklik haline getiren “teknoloji”nin bilimlerdeki (belki Kopernik’ten başlayarak gelen doğa bilimleri) açılımın sonucu olduğu, bilimlerdeki bu açılım ve bu gelişmenin, Batı Avrupa’nın desantralize yapısında düşüncenin özgürleşmesi sürecinin sonucu olduğu, gelişen sivil toplumun bu tür bir, özgürleşmeye zemin sağladığı, aynı kolaylıkla görülmüyordu. Tam tersine, Batı’nın bu gelişmesine ve kazandığı üstünlüğe gıpta ederek aynı yere varmaya çalışan ülkeler, örneğin Osmanlı-Türkiye toplumu, bunu başarmak için “merkezî disiplin”i temel alan, toplumsal örgütlenmeyi bir “tümen örgütlenmesi” çerçevesinde gören “toplum mühendisliği” projelerine doğru yönlendiler.
Böyle bir “modernleşme”nin sonuçları da ortada.
Dolayısıyla ve özet olarak, “modernleşme”nin temel dinamiği, olmazsa olmaz koşulu, bence, insan düşüncesinin önündeki kısıtlamaların kaldırılmasıdır. “Buna böylece inanmakla yükümlüsün” diye önümüze sürülen bir ideoloji, her “kutsallık” iddiası, kısıtlamadır. Kısıtlamalara, karşı verilecek mücadele de, kısaca, “demokrasi mücadelesi”dir.
Ama, “modernleşme”nin, sözgelişi, nükleer silâh sahibi olmak demek olduğu düşünenlerin sayısı dünyada hâlâ bir hayli yüksek. Genel olarak, toplumların kaderini belirleyecek kararların verildiği kademeleri tutanlar da, böyle düşünmeye yatkın olanlar. Onlara göre özgür düşünce, ne yapıp edip erişilmesi gereken hedef değil, kendi hedef belirledikleri şeyi yapmalarını güçleştiren bir ayakbağı. Böyle olunca da, modern silâhlarla donanmış ilkel bir toplum olmanın ötesine geçilemiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder