1 Şubat 2013 Cuma

TARİH, GERÇEKLERİ ARAŞTIRMA SANATIDIR!

Sarkis Hatspanian  Hayastanlnfo.net
Nasıl bir insan hafızasız yaşayamaz ise, toplumlar da hafızasız varolamazlar.
Bir toplumun hafızası çeşitli kültürel etkinliklerle yaratılan değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla oluşur. Kültürel etkinliklerle yaratılan değerler bireyden yola çıkılarak topluma ulaşır. Bireylerin çeşitli biçimlerde ortaya koyduğu düşünsel etkinlikler toplumsal alanda olabildiğince zenginleşir ve toplumun hafızasında hak ettiği yeri alır. Birey, bu toplumsal hafıza­yı tanıyabildiği ölçüde bilincini zenginleştirebilir. Zengin bir bilgi birikimine sahip olan insanların yaratıcılık gücü de zengindir. Bir toplumda yaratıcı güç ve donanıma sahip olan insanların sayısı ne denli fazla ise, o toplumun özgün değerlerini koruyup zenginleştirerek yeryüzündeki devamlılığının sağlanması da o denli garanti altına alınmış demektir.
 Burada, "birey-toplum" ikileminin verimsiz tartışma alanına girmeyi istemiyorum, çünkü bu kavramlardan biri öbürüne birbirinden ayrılamaz kadar bağlıdırlar. "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar ?" gibi beyin cimnastiği yapmaya yönelik sorular önemlidir belki, ama bil­diğimiz bir şey daha var: yumurtadan horoz da çıkar ve horoz olmadan tavuk yumurtlayamaz. Horoz ile tavuk arasındaki ilişkiye "EYLEM" adını koyarsak eğer, bu doğal olarak «eylem olmadan ne birey vardır, ne de toplum» formülasyonuna ulaşmamızı getirir.
Toplumun hafızasını oluşturan "KÜLTÜREL ETKİNLİK" dediğimiz eylem­leri çeşitli biçimlerde algılayabiliriz... Ağızdan ağıza geçen ve sürekli zenginleşen şarkılarımız, toprağı işleyerek ona verdiğimiz emeğin karşılığı olan hasat zamanındaki oyunlarımız, büyükşehir yaşamının yarattığı yorgunluğu atmak için hafta sonlarında şehirden kaçışlarımız, babalarımı­zın kış aylarında dedelerimizden dinlediği toplumun sözlü anıları, yani hikâyeler, çoğalmak için evlendirdiğimiz gençlerin düğünlerindeki şenlik­lerimiz, ölümler ertesi tuttuğumuz yaslarımız... Bu liste istediğiniz kadar çok örnekle böyle uzayıp gider.
Fakat tüm bunların çok daha üstünde ve önemli bulduğum bir değere sahip olan şey, şu anki eylem örneğidir: Ben yazıyorum ve siz okuyorsunuz... veya ben birilerinin yazdığını okuyorum. YAZI bireyin elindeki en güçlü silah, yazılardan oluşan kitaplar, her türden kayıtlı belgeler ise toplumun en değerli hazinesidir.
Bu olguya, yani yazılı hafızaya genel tanımıyla TARİH deniyor işte !
Çoğumuz, «T.C.»'nin okullarında bize zorla ezberletilen, gerçekle ilgisi olmayan bilgiler içeren resmi tarih anla­yışının kaba uzantıları olan "Tarih kitapları"na tepki duymuşuzdur. Ve bu doğal tepki tarih bilimine yakınlık duymamız ve o okyanusun sularında seyretmemize de engel teşkil eden başlıca neden olmuştur. Tarih okyanusuna kıyıdan baktığımız zaman bizlere olabildiğine bir uçsuz-bucaksızlık, sınırsızlık görünür. Günümüz dünyasında bu okyanusa girmeyi denemiş olanların, yaşamın tüm diğer alanlarında olduğu gibi burada da ilk adımı atabilme cesaretini göstermeleri, yani suya girmeyi becermeleri sonrası uçsuz-bucaksız o suları kulaçlayıp aşarak kıyıya çıkışlarına şahitlik ediyoruz. Yüzeyden bakıldığında durgun görülen okyanusun, onu yüzerek aşabilmeyi başaranların tecrübelerinden yararlanmamız sayesinde, tüm yaşam boyu bir kıyıdan öbür kıyıya taşınıp, yaşanılan hayatı çok daha iyi kavradığımız da bir gerçektir.
Tarih, salt bir dizi rakam, yer ve kişi isimleri yığını olarak algılanırsa eğer, onu ezberlemek ya da ezberletmek de neredeyse zoraki dayatılan bir şart gibi algılanır tabii !... İnsanlığın yaratmış olduğu uygarlık genelinde tarih biliminin ne denli ağır, fakat gelecekte güzel günler görmeyi düşleyen tüm halklar ve bu amaca ulaşmayı deneyen insanlığın elinde eşsiz bir silah olduğunu kavrayabildiğimizdeyse ‘TARİH EZBERLENEMEZ’ diye bas bas bağıracağımız da aşikârdır.
Yazılı tarih yazıyla başlar, yazının başlangıcıysa çizgisel simgelerdir. Simgelerin başlangıcıysa... iyi, gelin tarih bilimi için bulmakta zorlanacağımız bir başlangıcı boşuna aramayalım, ama onun belirli dönüm noktalarını çok iyi görebildiğimizi de bilgi hanemize yazalım mutlaka.
İnsanoğlu mağara duvarlarına yaşamını belli çizgilerle kayıt edi­yordu en başta, sonra bu çizgileri taş tabletler üzerine kaydetmeyi öğrendi. O dönemlerin insanı bunu yaparak bilgisini gelecek kuşaklara aktarmayı istiyordu muhtemelen, bunu bir ihtiyaç olarak hissetmesiyse insanoğlunun yerleşik yaşama geçiş evriminin etapları gereği, ilkel toplumsal yaşamın ilk kurum ve kurallarını da oluşturmaya başlaması sayesinde olduğu biliniyor çoktan.
Yazının insanlık tarihindeki önemi, ona vakıf olanların sayısı çoğaldıkça artmış ve yaygınlık kazanmıştır. Göçebe bir toplumun yerleşik bir toplumla ilk temas anını düşlemeye uğraşıyorum da, hiç tanımadıkla­rı yiyecek ve içeceklerin tadını hissettikleri andan tutun yerleşik toplum insanları tarafından yaratılmış nesnelerle karşılaştıkları ana kadar keşfetmenin en doğal şaşkınlık halini yaşamalarını gözümün önüne getirmenin garipliğini hissediyorum.
Yerleşik toplumlar, göçebe toplumlar karşısında er ya da geç hep yenilmişlerdir. Bu yenilginin en temel sebebinin içinde birarada yaşanılan sitelerin kapılarını göçebe toplumlara açmak olduğunu anladıklarındaysa iş işten geçmiştir zaten ! Yerleşik toplum, yanına gelen göçebe toplumla uzun zaman içinde kaynaşma evrelerini pek sancılı yaşamış, bu yeni bir senteze ulaşma etaplarında dönmekte olan uygarlık tekerinin oldukça yavaşladığı gözlenmiştir. Yerleşik toplumun birikimi olan toplumsal tüm zenginliği, göçebe toplumun gözlediği yeni tür yaşamın biçimlerine alışma sürecinde, onunla paylaştığı ortaklığa paralel olarak yaşamını yeniden yorumlamaya çalıştığı da bilinmelidir. Anlatılanın en gözlemlenen örneği ise, yerleşik toplum tanrılarının göçebe toplum tanrılarına baskın çıkmasının tarihte kaydedilmiş olmasıdır. Bunun sebebi ise, yerleşik toplumların tarihsel birikiminin göçebe toplumların hafıza­sından çok daha güçlü olması temelinde aranmalıdır.
Kutsal Vedalardan Tevrat'a, ondan eski ve yeni Ahitleriyle İncil'e, İncil'den Kur’an-ı Kerim'e yansıyan bilgilerin kaynaklarının kısmen Mezopotamya’daki taş tabletler olduğunu biliyoruz. Bu kitaplarda­ki "KUTSAL" bilgilerin kaynağı olan taş tabletler, her nasıl olmuşsa tanrılaştırılmıştır. İnsanoğlunun ulaşamadığı şeye MUNDAR, kavraya­madığı olguya da TANRI adını yakıştırdığı bilinen bir gerçektir. Yukarı ve aşağı Mezopotamya’daki ilk yerleşik toplumlarla göçebe toplumların karşılaşma ve çatışma dönemlerini barındıran tarih kesitlerinde pek önemli sırlar bulunduğunu sanıyorum. Burada insanı şaşırtan şey, yerleşik toplumun birik­tirmiş olduğu maddi zenginliği kısa sürede tüketen göçebelerin, güvenceli bir yaşamın kaynağını öğren­mek yerine, yakın coğrafyada deli-dolu dolaşarak, hayvansal beslenme ihtiyacını gidermek için başıbozuk akınlar düzenlemeleridir. Onların aksine, yerleşik toplumlar için bilginin değerlendirilip kalıcılığının sağlanması, öncelikli olarak amaçlananın yaşanılanla bilinenin yazılara kaydedilmesi istemidir ve bu onların vardığı kültür düzeyinin zenginliğinin de ölçütüdür. Yaşamlarının kalıcı değerlerini yaratarak, yarınlara bırakılmasını arzuladıkları bilgileri taşlara işleyenler için kaydedilen bu yazılı bilgilerin varedildiği TAŞLAR da kutsaldır.
Taşa işlenen çivi yazısının ardından papirüsü ve daha sonra deriyi kullanmasını da öğrenen insanoğlu, bu evrelerin yaşanması esnasında artık yazılı taşlara tapmayı da yavaş yavaş terk etmiştir. Geçmişine bağlı olarak yorumladığı tanrıların güzellik ve çirkinliklerini, toprağı yoğurarak, taşı yontarak görsel güzellikler halinde kalıcılaştırmış olmasının son evresini insanoğlu Tanrı’yı yazıyla yorumlamaya vardırmasıyla tamamlamıştır.
Eski Elen uygarlığı BİLGİ'yi çeşitli bilim dallarına ayırıp, gelece­ğe aktarma alanında önemli adımlar atmıştır. Bu dönem tarihine damgasını vuran ve Ege denizinin iki yakasında farklı yerleşik yaşamların tarihsel değişik yansımala­rını kıskanılası bir belgesellikle sunan düşünürler, gözlemleyebildikleri ölçüde hem varoluşumuza özgü, hem de geçmişimize değin bilgileri olduğu gibi yazmış olmakla beraber, o bilgileri aynı zamanda kendi uygarlık düzeyleri temelinde yorumla­maya da çalışmışlardır. Bunun nedeni salt olduğunu varsayabileceğimiz bir ihtiyaca cevap vermek yerine, 'idealizmin' onların sözlüğünde düş görmek değil, görülen düşlerin gerçekleştirilebilmesi için çeşitli yollar arama anlamını taşımasında saklıdır. O düşünürlerin sözlüğünde çünkü, TARİH (Historia, Histoire, History) insanoğlunun yaşamış olduğu olayları, zaman birimi, yer ve isim belirterek yazmak değil, GERÇEKLERİ ARAŞTIRMA SANATIDIR !
Evet.... Ne eksik, ne de fazla, tarih yazımı gerçeği arama sanatıdır. Bu sanatın icrasıyla uğraşanların itirafına göre, onun çekiciliğini yüreklerinde hissetmelerini sağlayan tek kıstasın, okumak, okumak ve okuduğuna doyamayacak kadar sürekli okumak olduğu bilmekte yarar var. Okuyarak edinilen her türden bilginin yaşanılan hayata yansımasını günlük hayatın içinde görebilmek de bu sanatı icra edenlere mahsus bir özelliktir. Bu özelliğe sahip insanların çokça olduğu toplumlar yazılı tarihi olan coğrafyaların eski ve yerleşik halklarıdır, onların hafızası çünkü silinmezce yazıya geçirilip kaydedilmiş olan tarihin bilimsel temelleri kadar eski ve derin, yerlilere mahsus insan şahitlikleri içermektedir.
Şimdilerde eline geçen ilk kitabın ancak birkaç sayfasıyla tanışıp, kalemi ilk kez eline alıp, yazmayı deneyen toplumlara ait insan tipleriyle, geçmiş binyılların yaşayan şahidi olmuş, yüzlerce yazı ve yayın merkezleri, onlarca kütüphaneler kurmuş insanlar arasında varolan uçurumun derinliği, yukarıda belirttiğim yerleşik ve göçebe toplumlar arasındaki farklılığın da ölçütüdür. İlkel yaşam biçimlerinin varoluş ürünü olarak gelişim evrelerini layıkıyla yaşamamış olan bu toplumlardan birçoğunun, 21.inci yüzyıl koşullarında insan uygarlığının haklı olarak övünülesi bilim dallarının ulaştığı ileri seviyeyle aralarındaki aşılmaz görünen mesafeyi katetmeyi becerebilmesi için de tek kıstasın okumak, okumak ve okumak görevini yerine getirerek, her ne pahasına olursa olsun, ilerleme, gelişme ve uygarlaşma ihtiyacını karşılaması gerekmektedir. Okudukla­rıyla, öğrendiklerini yorumlayıp, düşüncelerin gelişme kaydetmesi için gereken bilgi birikimini depolayarak, günümüz neslinin aydınlanmasını sağlama amacına yönelik her girişim, bir yandan o eylemin süreğenliğini kotarmak, diğer yandan temsil ettiği toplumun uygarlaşması gibi sorumlu bir görevin yerine getirilmesi anlamını da taşır.
Bu gerçek temelinde uygarlaşmanın kıstası, geçmişle bugün arasındaki köprünün inşa edilmesi bağlamında, yazılı tarihin bilinmesi için verilecek çabalara endekslidir. Tarih de, yukarıda belirtildiği gibi gerçekleri araştırma sanatı olduğundan, yapılacak şey gün evvel o gerçeklerin peşine düşmek olmalıdır. Sadece böylesine bir işlevin yerine getirilmesi sayesinde, bilindiği sanılan olgular taşıdıkları asıl anlamlarıyla kavranılmaya, bilinmeyenlerse keşfedilmeye başlar. Tarih, işte bu yükümlülüğün yerine getirilmesiyle bilimsel, böylesi ciddi bir sorumluluk gerektiren özelliğiyle de önemlidir.
İnsanoğlunun geçmişinde MUTLAK GERÇEKLİK diye adlandırdığı bir olgunun günümüzde sözkonusu dahi edilmeyişini, "gökten indi" denilerek kutsallaştırılan insanoğlu tarafından yazılmış kitaplardan hiç birinin "mutlak gerçeği" yansıtmasıyla ilgili farklı inanç sahibi milyarlarca insanın varoluşuyla örnekliyor, kayda geçiyoruz. Zaten insanoğlunun bugüne dek varlığını sürdürebilmesinin sırlarından biri herhalde "mutlak gerçek" diye sunulan her türden otoriteye karşı koyabilme, her bunalım anında bir çıkış yolu arama yetisine sahip olmasında yatmaktadır.
Ben, bu sayfalarda çalışma alanı daha çok tarih olanların kalemine ait konuların işlenmesi taraftarıyım, bunu belki de hem dünyada ilk uygarlıklardan birini yaratan bir halkın evladı olmamdan ileri gelen genetik hafızamın tazelenmesi için gerekli bir ihtiyacın karşılanması, hem de halkımın tarihinde kaydedilmiş yaşamsal bilgilerin başkalarıyla paylaşımının sağlayacağına inandığım yararlılık açısından önemsiyorum. Arzulanan birlikteliğimiz sürecinde geçmişi hatırlamaya, oradan çıkarabildiğimiz derslerle geleceğe daha berrak bakmaya çalışalım istiyorum. Geçmişi hatırlarken fakat, atalarımızın işlemiş olduğu hatalara da parmak basarak, onların eksikliklerini anlamaya çalışıp, onlardan miras edindiğimiz eksik­likleri birlikte giderme uğraşısı içerisinde olmayı da arzuluyorum. Onların bizlere aktarmış olduğu özgün-insanî değerleri birbirimize sunabilme paralelinde, birlikte üretmeyi becerebildiğimiz oranda daha bir insanlaşacak ve gelecek kuşaklara olan borcumuzu birlikte ödemeyi denememizin sağlayacağına inandığım huzuru da layıkıyla yaşayabilmeyi amaçlıyorum.
Atala­rımızın bizlere bıraktığı mirasın doğru bir şekilde değerlendirilemeyişi bence, aynı yaşadığımız toprakların tarihi gibi, birbirimizin dilini de anlayamamaktan ileri geliyor. Bizler birbirimizin taşıdığı özellikleri tanımadan sanki tanıyormuş gibi davranıyor, o nedenle de aynı dilde anlaşabilmemiz için gerekli olan adımları atmaktan oldukça uzak bulunuyoruz.
Bugün kendi topraklarımız üzerinde insanca, özgürce bir yaşam düşleyenlerimizin bence en ertelenmez görevi, biribirimizi anlamaya, tanımaya çalışmak olmalıdır. Bu bağlamda yaratılacak yazılı ürünlerin, öncelikli olarak günümüz ve bizden daha ileri olmasını arzuladığım bir sonraki neslimiz için faydalı olacağından umutluyum.
Hatırlama uğraşı üzerine değerli bir saptama da Gürcü yazar Davidaşvili’den; o "HATIRLAMA HÜNERİ SEVECENLİK HÜNERİDİR. Bu, insanlar ve halklar arasında var olan husumete mazaret aramak üzere geçmişi karıştırma bahanesi değildir, sevecen olmak içindir" diyor.
Ben, GEÇMİŞİNİ HATIRLAYAMAYAN BİR TOPLUM GELECEĞİNİ DÜŞLEYEMEZ diyorum.
Onun için de geçmişi, iyi ve kötü yanlarıyla hatırlamak ve birbirimizi onun yardımıyla tanımamız gerekiyor.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder