Gündoğdu Sencer 22/11/2011 Yorum
Diktatör sözcüğünün kaynağı Lâtince. “Söylemek” sözcüğünden kaynaklanıyor. “Sekretere bir mektup dikte etmek” tümcesinde bu anlam yatıyor. Diktatör sözcüğü ise ilk kez Romalılar döneminde kullanılmış. Kendisine geçici olarak mutlak güç verilmiş bir yargıç anlamında kullanılmış. Otokrat, despot, tiran sözcükleri de benzer anlamlar taşıyor. Otokrat sözcüğü eski Yunancadan gelme ve “kendi başına yöneten” anlamı var. Yine eski Yunancadan gelme “despot”, evin efendisi demek. Orta çağda Avrupa prensleri kendilerine despot derlermiş, modern Yunancada piskoposlara despot deniyor. Eski Yunancadan kaynaklanan “tiran” sözcüğü de mutlak güce sahip yönetici demek.
Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği reformlara bakalım: Şeriat ve mecelle yerine medeni kanunun getirilmesi, saltanatın ve daha sonra hilâfetin kaldırılması, Cumhuriyetin kurulması ve “kulluk”, “tebalık” yerine “vatandaşlık” kavramının getirilmesi, laiklik ilkesi ile din ve devlet işlerinin ayrılması, Arap harfleri ve takvimi yerine Latin harfleri ve milâdi takvimin, ezana dayalı saat yerine 24 saatlik gün biriminin getirilmesi, arşın, endaze; okka, dirhem gibi ölçüler yerine metrik sistemin getirilmesi, gerek vatandaşlık hakları olarak, gerekse miras konusunda kadın ve erkek eşitliği, ekonomik bağımsızlık ve devlet eliyle sanayileşme, kıyafet reformu, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şeyh, derviş, mürid, dede gibi ünvanların yasaklanması… Liste uzayıp gider.
Bırakın üniversite eğitimi görmüş olanları, lise mezunlarının bile parmakla sayılabileceği, 1923’te (Arap harfleriyle) okuma yazma oranının yüzde 2,5 olduğu bir Türkiye düşünün. 1927 nüfus sayımına göre Türkiye’deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) % 10,5’i okuma yazma biliyor. Bu oran erkeklerde %17,4 iken kadınlarda %4,6.
Şeriatçı kesim özellikle laikliği, Arap hayranlığının terk edilmesini oldum olası içine sindirememiştir. O günlerde de Mustafa Kemal’e bu konularda az muhalefet yoktu elbette. Şimdi, şapkamızı,(veya fesimizi ya da sarığımızı) önümüze koyup bir düşünelim. Mustafa Kemal (1934’te Atatürk olmadan önce) yukarıda saydığımız reformların hangi birini demokratik yollarla yapabilirdi? Evet, 1920’de TBMM’ni kurmuştur ama bu meclis üyeleri kimlerdir? Farklı dünya görüşleri de olsa, bağımsızlık mücadelesini destekleyen kişiler. 11 Ağustos 1923’te, yâni Cumhuriyetin ilânından 79 gün önce ikinci TBMM toplanmıştır. Buradaki “mebusan” büyük çoğunluğu cehalet içinde ve hurafelerle yaşamını geçiren Anadolu halkının görüşlerini mi temsil etmektedirler, yoksa Mustafa Kemal Atatürk’ün tasarladığı reformlara ters düşmeyecek kişiler midir? 62 vilâyeti temsil eden 333 milletvekili tek parti olan Cumhuriyet Halk Partisi üyesidir. Ve CHP’nin ilkeleri 6 okla belirlenmiştir. Bu mecliste Mustafa Kemal’e muhalif sesler zaman zaman elbette yükselmiştir ancak Mustafa Kemal, Çanakkale kahramanı, Kurtuluş savaşı kahramanı, “vatanı düşmandan kurtaran” kahraman olarak ağırlığını koyduğunda istediklerini (belki toprak reformu gibi önemli bir iki istisna dışında) gerçekleştirebilmiştir.
Yukarıda saydığımız reformlar o günlerde söz gelişi halk oyuna sunulsaydı, hangi birisi gerçekleşebilirdi? Bu çerçeveden baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk otokrat, despot veya tiran değildi ama diktatördü. Yâni Türkçesi, “dediği dedik”ti. Bunu dinciler, şeriat özlemcileri, üniter devleti parçalama heveslileri gibi eleştiri anlamında söylemiyorum. İyi ki de diktatördü, iyi ki de bu reformları yaptı. Atatürk bu konumunu alçak gönüllülükle şöyle tanımlamış: “Milletimiz beni bir hizmetim geçtiği için bir aile büyüğü olarak görüyor ve sayıyor. Bizde aile büyüğü çok önemlidir. Benim gücüm işte budur.”
“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” isimli kitabın yazarı Eric-Jan Zürcher şöyle diyor:
“Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Atatürk ve Türkiye; Batı’da alabildiğine olumlu bir imaja sahipti. Bunun nedeni dönemin tüm büyük siyasi akımlarının, Atatürk’te bir şeyler bulmasıydı. Avrupa solu için Atatürk, ‘sömürgecilik ve emperyalizmle mücadelenin’ simgesiydi. Avrupalı ve Amerikalı liberaller için; onun ‘laiklik’, ‘sanayileşme’, ‘kadın hakları’ gibi öncü fikirleri takdire şayandı. Dönemin yükselen faşizm sevdalıları ise, Kemal’de meraklı oldukları ‘güçlü adam’ simgesini bulmaktaydılar. Atatürk bu nedenle 20’ler ve 30’larda; hem antiemperyalist solun, hem merkezde modernlik yanlısı liberallerin ve hem de radikal sağın kahramanına dönüşmüştü...”
“Atatürk’ün 10. yıl nutuk konuşması çok fazla şey anlatır. Düşünün ki 1933’teyiz. Karşımızda askeri bir lider var. Tam anlamıyla bir diktatör. Ama aynı tarihlerde İtalya’da iktidarda Mussolini var. Almanya’da da Hitler iktidara geliyor. Atatürk’ün bu konjonktürde yaptığı konuşmaya baktığınızda, kendisinin -Mussolini ve Hitler gibi!- askeri zaferler ve yayılmacılıktan bahsetmediğini görürsünüz. Atatürk’ün ’33 konuşmasındaki ana meselesi, yalnız ‘modernleşme’, ‘medenileşme’ ve ‘bilimselleşme’dir. Atatürk sadece, ‘uygarlaşmalıyız. Bunun tek yolu bilimdir’ demektedir. Bu, Mustafa Kemal’i ayırdeden olağanüstü farktır!”
Evet, Atatürk böyle bir diktatördü.
Ne yazık ki Atatürk’ün reformlarına gönülden bağlı olduğundan kuşku duymadığım bazı yazarlar Atatürk’ün diktatör olmadığını savunarak Atatürk düşmanlarının oyununa geliyorlar. Bunlardan birisi Bekir Coşkun. Atatürk’ün ölüm yıldönümünde şöyle yazmış:
“Atatürk Diktatördü!.. Onun için damadına kalkıp devletin parası ile gazete televizyon grubu aldı da kimse sesini çıkartamadı...”
Evet Bekir Coşkun, Atatürk bunları yapmadı ama diktatördü, iyi bir diktatör.
“Atatürk diktatördü!.. O yıllarda Almanya ve Avusturya’dan kaçan tam 142 bilim adamı, birçok Batı ülkesi dururken Türkiye’ye gelip ilimlerini sürdürebilmişlerdi...”
Evet Bekir Coşkun, Atatürk bunları yapan bir diktatördü, iyi bir diktatör.
“…daha on gün önce “bilim özgürlüğü yok edildi” diye 50 bilim adamımız TÜBA’dan istifa etti, senin ileri demokratın elinden... Gazetelerde yazamadılar, televizyonlarda söyleyemediler bile korkularından...”
Bunların hepsi doğru Bekir Coşkun, ama İstiklâl Mahkemeleri vardı ve Uğur Mumcu'ya göre bu kurumlar ‘mahkeme değil, savaş ve ihtilâl gibi özel durumlarda isyancı, bozguncu ve karşı devrimcilerin yargılandığı anti-demokratik infaz kurulları’ idi. Atatürk karşı devrimcileri yargılatıp yaklaşık 2000 kişiyi astıran bir diktatördü, Türkiye’nin kurtuluşu için bunu yapmak zorunda kalan bir diktatör.
“Bugün 10 Kasım... Hayatta olmayan, silinmek istenen, hakaret edilen, artık hiçbir yaptırım gücü bulunmayan “diktatör” için bir millet sokaklara dökülüp onu özlemle, saygıyla, minnetle anacak... Onun için ağlayanları göreceksin... İstersen herhangi bir köy kahvesine girip ona bir laf söyle, başına geleni göreceksin... Senin “Atatürk diktatördü” diyerek yalakalık yaptığın, altmış koruma arasında sokağa çıkamazken...”
Evet, çok doğru Bekir Coşkun, Atatürk iyi bir diktatördü, sevilen bir diktatör.
Sanırım bu, bizim ezelî hastalıklarımızdan birisi. İnsanları ilâhlaştırmayı sevdiğimizden onların da insan olduklarını göz ardı ederiz hep, kötü söz söyletmemek bir yana eleştirilmelerini bile kabul etmeyiz. Bugün bir İngilize Churchill’in ayyaş ve alkolik olduğunu, Çanakkale rezaletinden onun sorumlu olduğunu söyleyin. “Haklısınız ama…” deyip yaptığı olumlu şeyleri de sıralar. Bir Rusa Çaykovski’nin eşcinsel olduğundan söz edin, “ne olmuş yâni” gibisinden omuz silker. Bu onun dünyanın en iyi bestecilerinden olmasından bir dirhem birşey eksiltmez. Ama kalkın Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyin, ya da Sayın Muhammed’in 9 yaşında bir çocuğu karı olarak aldığından dem vurun, bir o yandan, bir bu yandan başınıza taş yağar.
“Ah Atatürk ah!” deyip Anıt Kabir’i neredeyse yatır haline getiririz, Atatürk’ün düşüncelerini, ilkelerini, hedeflerini anlayıp benimsemek, daha ileri götürmek yerine her köşe başına heykellerini, her resmî odaya resimlerini koyarız, sonra da bir Atatürk daha gelsin diye ellerimizi göğe açıp Mesih bekleyen andavallı Hıristiyanlar gibi bekler dururuz. Oysa yapılması gereken Atatürk diktatör müydü değil miydi tartışması değil, Atatürk’ün reformlarına karşı çıkanlarla, takvimi 1400 yıl öncesine götürmek isteyenlerle nasıl mücadele edileceği, yüzde 49 destekle başa gelen ABD taşeronu neo-liberal bir iktidarla nasıl bağımsızlık için, akılcı düşünce için emekçiler için mücadele edileceğidir.
Son günlerde
Türkiye'de Atatürk diktatör müydü, değil miydi tartışmaları sürüp gidiyor.
Gerek Atatürk'ün diktatör olduğunu ileri sürenler, gerekse bunu Atatürk'e
hakaret kabul edip savunmaya geçenler ne yazık ki entellektüel dürüstlükten
uzak davranıyorlar. Atatürk'e diktatör diyenler bunu söylemekle Atatürk'ü
aşağılayıp getirdiği reformları küçümseyerek, giderek bunları yıkma
heveslerini, batı mandacılığı çerçevesinde Arap hayranlığına dayalı bir şeriat
rejimi özlemini bu aşağılamanın arkasına gizliyorlar.
Diktatör sözcüğünün kaynağı Lâtince. “Söylemek” sözcüğünden kaynaklanıyor. “Sekretere bir mektup dikte etmek” tümcesinde bu anlam yatıyor. Diktatör sözcüğü ise ilk kez Romalılar döneminde kullanılmış. Kendisine geçici olarak mutlak güç verilmiş bir yargıç anlamında kullanılmış. Otokrat, despot, tiran sözcükleri de benzer anlamlar taşıyor. Otokrat sözcüğü eski Yunancadan gelme ve “kendi başına yöneten” anlamı var. Yine eski Yunancadan gelme “despot”, evin efendisi demek. Orta çağda Avrupa prensleri kendilerine despot derlermiş, modern Yunancada piskoposlara despot deniyor. Eski Yunancadan kaynaklanan “tiran” sözcüğü de mutlak güce sahip yönetici demek.
Şimdi Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği reformlara bakalım: Şeriat ve mecelle yerine medeni kanunun getirilmesi, saltanatın ve daha sonra hilâfetin kaldırılması, Cumhuriyetin kurulması ve “kulluk”, “tebalık” yerine “vatandaşlık” kavramının getirilmesi, laiklik ilkesi ile din ve devlet işlerinin ayrılması, Arap harfleri ve takvimi yerine Latin harfleri ve milâdi takvimin, ezana dayalı saat yerine 24 saatlik gün biriminin getirilmesi, arşın, endaze; okka, dirhem gibi ölçüler yerine metrik sistemin getirilmesi, gerek vatandaşlık hakları olarak, gerekse miras konusunda kadın ve erkek eşitliği, ekonomik bağımsızlık ve devlet eliyle sanayileşme, kıyafet reformu, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şeyh, derviş, mürid, dede gibi ünvanların yasaklanması… Liste uzayıp gider.
Bırakın üniversite eğitimi görmüş olanları, lise mezunlarının bile parmakla sayılabileceği, 1923’te (Arap harfleriyle) okuma yazma oranının yüzde 2,5 olduğu bir Türkiye düşünün. 1927 nüfus sayımına göre Türkiye’deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) % 10,5’i okuma yazma biliyor. Bu oran erkeklerde %17,4 iken kadınlarda %4,6.
Şeriatçı kesim özellikle laikliği, Arap hayranlığının terk edilmesini oldum olası içine sindirememiştir. O günlerde de Mustafa Kemal’e bu konularda az muhalefet yoktu elbette. Şimdi, şapkamızı,(veya fesimizi ya da sarığımızı) önümüze koyup bir düşünelim. Mustafa Kemal (1934’te Atatürk olmadan önce) yukarıda saydığımız reformların hangi birini demokratik yollarla yapabilirdi? Evet, 1920’de TBMM’ni kurmuştur ama bu meclis üyeleri kimlerdir? Farklı dünya görüşleri de olsa, bağımsızlık mücadelesini destekleyen kişiler. 11 Ağustos 1923’te, yâni Cumhuriyetin ilânından 79 gün önce ikinci TBMM toplanmıştır. Buradaki “mebusan” büyük çoğunluğu cehalet içinde ve hurafelerle yaşamını geçiren Anadolu halkının görüşlerini mi temsil etmektedirler, yoksa Mustafa Kemal Atatürk’ün tasarladığı reformlara ters düşmeyecek kişiler midir? 62 vilâyeti temsil eden 333 milletvekili tek parti olan Cumhuriyet Halk Partisi üyesidir. Ve CHP’nin ilkeleri 6 okla belirlenmiştir. Bu mecliste Mustafa Kemal’e muhalif sesler zaman zaman elbette yükselmiştir ancak Mustafa Kemal, Çanakkale kahramanı, Kurtuluş savaşı kahramanı, “vatanı düşmandan kurtaran” kahraman olarak ağırlığını koyduğunda istediklerini (belki toprak reformu gibi önemli bir iki istisna dışında) gerçekleştirebilmiştir.
Yukarıda saydığımız reformlar o günlerde söz gelişi halk oyuna sunulsaydı, hangi birisi gerçekleşebilirdi? Bu çerçeveden baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk otokrat, despot veya tiran değildi ama diktatördü. Yâni Türkçesi, “dediği dedik”ti. Bunu dinciler, şeriat özlemcileri, üniter devleti parçalama heveslileri gibi eleştiri anlamında söylemiyorum. İyi ki de diktatördü, iyi ki de bu reformları yaptı. Atatürk bu konumunu alçak gönüllülükle şöyle tanımlamış: “Milletimiz beni bir hizmetim geçtiği için bir aile büyüğü olarak görüyor ve sayıyor. Bizde aile büyüğü çok önemlidir. Benim gücüm işte budur.”
“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” isimli kitabın yazarı Eric-Jan Zürcher şöyle diyor:
“Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Atatürk ve Türkiye; Batı’da alabildiğine olumlu bir imaja sahipti. Bunun nedeni dönemin tüm büyük siyasi akımlarının, Atatürk’te bir şeyler bulmasıydı. Avrupa solu için Atatürk, ‘sömürgecilik ve emperyalizmle mücadelenin’ simgesiydi. Avrupalı ve Amerikalı liberaller için; onun ‘laiklik’, ‘sanayileşme’, ‘kadın hakları’ gibi öncü fikirleri takdire şayandı. Dönemin yükselen faşizm sevdalıları ise, Kemal’de meraklı oldukları ‘güçlü adam’ simgesini bulmaktaydılar. Atatürk bu nedenle 20’ler ve 30’larda; hem antiemperyalist solun, hem merkezde modernlik yanlısı liberallerin ve hem de radikal sağın kahramanına dönüşmüştü...”
“Atatürk’ün 10. yıl nutuk konuşması çok fazla şey anlatır. Düşünün ki 1933’teyiz. Karşımızda askeri bir lider var. Tam anlamıyla bir diktatör. Ama aynı tarihlerde İtalya’da iktidarda Mussolini var. Almanya’da da Hitler iktidara geliyor. Atatürk’ün bu konjonktürde yaptığı konuşmaya baktığınızda, kendisinin -Mussolini ve Hitler gibi!- askeri zaferler ve yayılmacılıktan bahsetmediğini görürsünüz. Atatürk’ün ’33 konuşmasındaki ana meselesi, yalnız ‘modernleşme’, ‘medenileşme’ ve ‘bilimselleşme’dir. Atatürk sadece, ‘uygarlaşmalıyız. Bunun tek yolu bilimdir’ demektedir. Bu, Mustafa Kemal’i ayırdeden olağanüstü farktır!”
Evet, Atatürk böyle bir diktatördü.
Ne yazık ki Atatürk’ün reformlarına gönülden bağlı olduğundan kuşku duymadığım bazı yazarlar Atatürk’ün diktatör olmadığını savunarak Atatürk düşmanlarının oyununa geliyorlar. Bunlardan birisi Bekir Coşkun. Atatürk’ün ölüm yıldönümünde şöyle yazmış:
“Atatürk Diktatördü!.. Onun için damadına kalkıp devletin parası ile gazete televizyon grubu aldı da kimse sesini çıkartamadı...”
Evet Bekir Coşkun, Atatürk bunları yapmadı ama diktatördü, iyi bir diktatör.
“Atatürk diktatördü!.. O yıllarda Almanya ve Avusturya’dan kaçan tam 142 bilim adamı, birçok Batı ülkesi dururken Türkiye’ye gelip ilimlerini sürdürebilmişlerdi...”
Evet Bekir Coşkun, Atatürk bunları yapan bir diktatördü, iyi bir diktatör.
“…daha on gün önce “bilim özgürlüğü yok edildi” diye 50 bilim adamımız TÜBA’dan istifa etti, senin ileri demokratın elinden... Gazetelerde yazamadılar, televizyonlarda söyleyemediler bile korkularından...”
Bunların hepsi doğru Bekir Coşkun, ama İstiklâl Mahkemeleri vardı ve Uğur Mumcu'ya göre bu kurumlar ‘mahkeme değil, savaş ve ihtilâl gibi özel durumlarda isyancı, bozguncu ve karşı devrimcilerin yargılandığı anti-demokratik infaz kurulları’ idi. Atatürk karşı devrimcileri yargılatıp yaklaşık 2000 kişiyi astıran bir diktatördü, Türkiye’nin kurtuluşu için bunu yapmak zorunda kalan bir diktatör.
“Bugün 10 Kasım... Hayatta olmayan, silinmek istenen, hakaret edilen, artık hiçbir yaptırım gücü bulunmayan “diktatör” için bir millet sokaklara dökülüp onu özlemle, saygıyla, minnetle anacak... Onun için ağlayanları göreceksin... İstersen herhangi bir köy kahvesine girip ona bir laf söyle, başına geleni göreceksin... Senin “Atatürk diktatördü” diyerek yalakalık yaptığın, altmış koruma arasında sokağa çıkamazken...”
Evet, çok doğru Bekir Coşkun, Atatürk iyi bir diktatördü, sevilen bir diktatör.
Sanırım bu, bizim ezelî hastalıklarımızdan birisi. İnsanları ilâhlaştırmayı sevdiğimizden onların da insan olduklarını göz ardı ederiz hep, kötü söz söyletmemek bir yana eleştirilmelerini bile kabul etmeyiz. Bugün bir İngilize Churchill’in ayyaş ve alkolik olduğunu, Çanakkale rezaletinden onun sorumlu olduğunu söyleyin. “Haklısınız ama…” deyip yaptığı olumlu şeyleri de sıralar. Bir Rusa Çaykovski’nin eşcinsel olduğundan söz edin, “ne olmuş yâni” gibisinden omuz silker. Bu onun dünyanın en iyi bestecilerinden olmasından bir dirhem birşey eksiltmez. Ama kalkın Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyin, ya da Sayın Muhammed’in 9 yaşında bir çocuğu karı olarak aldığından dem vurun, bir o yandan, bir bu yandan başınıza taş yağar.
“Ah Atatürk ah!” deyip Anıt Kabir’i neredeyse yatır haline getiririz, Atatürk’ün düşüncelerini, ilkelerini, hedeflerini anlayıp benimsemek, daha ileri götürmek yerine her köşe başına heykellerini, her resmî odaya resimlerini koyarız, sonra da bir Atatürk daha gelsin diye ellerimizi göğe açıp Mesih bekleyen andavallı Hıristiyanlar gibi bekler dururuz. Oysa yapılması gereken Atatürk diktatör müydü değil miydi tartışması değil, Atatürk’ün reformlarına karşı çıkanlarla, takvimi 1400 yıl öncesine götürmek isteyenlerle nasıl mücadele edileceği, yüzde 49 destekle başa gelen ABD taşeronu neo-liberal bir iktidarla nasıl bağımsızlık için, akılcı düşünce için emekçiler için mücadele edileceğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder